Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Deliliğe Övgü - Desiderius Erasmus


Çeviri : Hasan İlhan
 Bir kaç yıl önce bir kitap fuarında adına kanmıştım bu kitabın. Erasmus denen adamı duymuştum felsefe kitaplarından.. Mühim bir adamdı, çok kitabı olmuş ama günümüze ancak bir tanesi kalmıştı. ‘deliliğe övgü’ vurucu bir isimdi, Erasmus bireyci insancılığın (humanisme) ünlü düşünürü diye geçiyordu. Yeniden doğuş dönemi diye geçen, Rönesans (renaissance) diye bildiğimiz dönemin ünlü düşünürüydü.. Ne dediğini ara sıra okurdum ama kendi yazısından okumak başka bir ‘delilik’ çıktı. Deliliğin dilinden öyle ilginç anlatmış ki dünyayı.. O dünya biraz örnek alınası bir dünya aslında.
Anlatacak öyle çok şey söylemiş ki bir tek kitapta, dilim dönmez anlatmaya. Keşke başka kitapları da kalsaydı, kitabı kalmadıysa bazı eski yunan filozofları gibi öğrencilerinin dilinden dinleseydik ya sözlerini..
‘Deliliği mutluluk için verdim ben. Bebeklikte akıl başta değildir, çocukluk desen en deli günlerimiz.. Mutluluk vardır bu dönemlerde, boşuna değildir gençliğe ‘deli kanlı’ denilmiştir.. Yaşlılıkta vücudun çöküşüne katlanacak delilik olmasa kim direnebilirdi ölümün adım adım gelişine? Ben deliliği verdim ki mutluluk onun içinde. Ne zaman ki us girer devreye o zaman başlar mutsuzluklar..’
Şöyle yapayım aslında, Orhan Hançerlioğlu, ‘Düşünce Tarihi’ isimli büyük eserinde az biraz özetlemiş Erasmus’un sözlerini. Oradan alıntılayayım ki, dilim dönmeyecek belli ‘deliliğe övgü’ye...
Tanrılar ve insanlar üstüne sevinç saçan yalnız benim. Anamın adı Neotet’tir (gençlik). Mutluluk adalarında (Kanarya adalarının eski adı) doğdum. Methe’yle (sarhoşluk) Apoidia (bilgisizlik) benim sütninelerimdir. İzzetinefis, yüzegülme, tembellik, şehvet, bunaklık, zevkusafa, Komos (içki sofraları tanrısı), Morpheus (rüyalar tanrısı) hizmetçilerimdir. Bu sadık hizmetçilerimle, dünyayı yönetenleri yönetirim ben.
İlk mutluluğunuz şu güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya gelmenizi ananızla babanızın evlenmesine borçlusunuz. Hizmetçilerimden ‘unutmak’ olmasaydı, ananız o acılara bir daha katlanıp sizi doğurmazdı. Çocukluk akıldan yoksun olduğundan, eğlendirir, haz verir. Delilik olmasaydı, gençliğin ne tadı olurdu? Nitekim gençliğin adına ‘delikanlılık’ demiyor muyuz? Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç ne haz ne de mutluluk vardır. Tanrı insanlara akıldan çok tutku verirken, ne yaptığını hepimizden iyi biliyordu. Eğer hizmetçilerimden yüze gülme, iki yüzlülük, kurnazlık olmasaydı, kadınla erkeği hiç bir güç bir arada tutamazdı. Kral halkını, koca karısını, uşak efendisini, dost dostunu bunlar olmadan yönetebilir mi sanıyorsunuz? En büyük mutluluk insanın kendinden hoşnut olması, elindekilerle yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydı bu mutluluğu sağlayabilir miydiniz?Hele insanın kendinden hoşnut olması kadar güzel ve hoş, oysa delice ne vardır? Kutsal Kitap’tan başka yaprak ezberlemekle cennete gitmeyi garantilediğini sanan şu zır deli ne kadar mutludur? Akıllıyla deliyi ayırt eden nedir? Biri aklının, öbürü tutkusunun peşinde gider. Oysa akıllıyı aklının peşinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öylesine bir zavallıdır ki, mutluluk sağlayan bir tutku yerine mutsuzluk sağlayan bir tutku seçmiştir.
Hele bakın: Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli bir eğitim, her yönden gelen tehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu incelemelere, öğrenmelere boyun eğen bir gençlik, hastalıklar ve sakatlıklarla çevrili bir ihtiyarlık, acı bir zorunluk olan ölüm... Bu bahtsız ömür süresince sayısız tehlikeler, hastalıklar, korkular, yoksulluklar, hapis, alçaklık, utanç, acı pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eğer insanların çoğu akıl yolundan gitselerdi, dünya üstünde kendini öldürmedik adam kalmazdı. Oysa ben, bütün bu dertleri birbirinden ayırıp, binbir biçimde yumuşatmasını bilirim. İnsanlara bilgisizliği, umursamazlığı dağıtırım. Kimine daha mutlu bir talihin tatlı umudunu yollar, kiminin ayaklarına sevimli şehvetin bir günlük güllerini serperim. Gönderdiğim düşler onları bağlar. Ölüm perisinin eğirecek ipliği kalmamış olsa bile, yaşamaya karşı en ufak bir tiksinti duymak şöyle dursun, onları yaşamaktan ayrılmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yaşamaya bağlılıkları da o kadar artar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Bir adam vardı; bu adam evlendikten sonra, karısına bir kutu dolusu elmas verdi. Elmaslar sahteydi. Adam, karısını, verdiği elmasların pek değerli olduğuna inandırmıştı. Kadıncağız çok mutluydu. Bu değersiz cam parçalarına bakarken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bilgisizliğin verdiği bu mutluluğu, hangi bilgi verebilir? Yada bu elmasların sahteliğini bilmeyenin mutluluğuyla, bu elmasların gerçeğini boynuna takanın mutluluğu arasında ne fark var?
Ah şu mutlu deliler... Yaptıkları binbir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına çıkınca kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokunmadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecektir. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!... Oysa önemi yok bu sonucun. Onlar şimdi benim verdiğim umutlarla mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eğer şu piskopos, giymiş olduğu ak kaftanın kusursuz bir ömür sürmek, başını örten çift boynuzluğu ve uçları birbirine tek düğümle bağlı külahın eski kutsal kitapla yeni kutsal kitabı birleştirmek, ellerindeki eldivenin dünyadaki kötülükleri eline bulaştırmamak, asasının kendi güdücülüğüne bırakılan sürüyü sürekli olarak gütmek ve dikkatini onların üstünden bir an bile eksik etmemek anlamlarına geldiğini bilseydi, mutlu olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluğun altında yaşayamaz, ezilir giderdi elbet. Oysa piskoposlarımız o kadar budala değildirler. Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak işini İsa’ya bırakırlar.
"
Alıntı, Orhan Hançeriloğlu'nun müthiş kitabı Düşünce Tarihi'nden.. Onu da dilim dönmeyecek olsa da yakın zamanda anlatmaya çalışacağım.. Henüz yarısına yeni varabildim kitabın, uzun bir yol. Ağır ağır gidilmesi gereken özel bir yol Düşünce Tarihi.. Belki bir kez daha okur, onun ardından yazarım.. Belki defalarca.. Bilmiyorum.