![]() |
Çeviri : Hasan İlhan |
Bir kaç yıl önce bir kitap fuarında adına kanmıştım bu
kitabın. Erasmus denen adamı duymuştum felsefe kitaplarından.. Mühim bir adamdı,
çok kitabı olmuş ama günümüze ancak bir tanesi kalmıştı. ‘deliliğe övgü’ vurucu
bir isimdi, Erasmus bireyci insancılığın (humanisme) ünlü düşünürü diye
geçiyordu. Yeniden doğuş dönemi diye geçen, Rönesans (renaissance) diye
bildiğimiz dönemin ünlü düşünürüydü.. Ne dediğini ara sıra okurdum ama kendi
yazısından okumak başka bir ‘delilik’ çıktı. Deliliğin dilinden öyle ilginç
anlatmış ki dünyayı.. O dünya biraz örnek alınası bir dünya aslında.
Anlatacak öyle çok şey söylemiş ki bir tek kitapta, dilim
dönmez anlatmaya. Keşke başka kitapları da kalsaydı, kitabı kalmadıysa bazı eski
yunan filozofları gibi öğrencilerinin dilinden dinleseydik ya sözlerini..
‘Deliliği mutluluk için verdim ben. Bebeklikte akıl başta
değildir, çocukluk desen en deli günlerimiz.. Mutluluk vardır bu dönemlerde,
boşuna değildir gençliğe ‘deli kanlı’ denilmiştir.. Yaşlılıkta vücudun çöküşüne
katlanacak delilik olmasa kim direnebilirdi ölümün adım adım gelişine? Ben
deliliği verdim ki mutluluk onun içinde. Ne zaman ki us girer devreye o zaman
başlar mutsuzluklar..’
Şöyle yapayım aslında, Orhan Hançerlioğlu, ‘Düşünce Tarihi’
isimli büyük eserinde az biraz özetlemiş Erasmus’un sözlerini. Oradan
alıntılayayım ki, dilim dönmeyecek belli ‘deliliğe övgü’ye...
“
Tanrılar ve insanlar üstüne sevinç saçan yalnız benim.
Anamın adı Neotet’tir (gençlik). Mutluluk adalarında (Kanarya adalarının eski
adı) doğdum. Methe’yle (sarhoşluk) Apoidia (bilgisizlik) benim sütninelerimdir.
İzzetinefis, yüzegülme, tembellik, şehvet, bunaklık, zevkusafa, Komos (içki
sofraları tanrısı), Morpheus (rüyalar tanrısı) hizmetçilerimdir. Bu sadık
hizmetçilerimle, dünyayı yönetenleri yönetirim ben.
İlk mutluluğunuz şu güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya
gelmenizi ananızla babanızın evlenmesine borçlusunuz. Hizmetçilerimden
‘unutmak’ olmasaydı, ananız o acılara bir daha katlanıp sizi doğurmazdı.
Çocukluk akıldan yoksun olduğundan, eğlendirir, haz verir. Delilik olmasaydı,
gençliğin ne tadı olurdu? Nitekim gençliğin adına ‘delikanlılık’ demiyor muyuz?
Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç ne haz ne de mutluluk vardır. Tanrı
insanlara akıldan çok tutku verirken, ne yaptığını hepimizden iyi biliyordu.
Eğer hizmetçilerimden yüze gülme, iki yüzlülük, kurnazlık olmasaydı, kadınla
erkeği hiç bir güç bir arada tutamazdı. Kral halkını, koca karısını, uşak
efendisini, dost dostunu bunlar olmadan yönetebilir mi sanıyorsunuz? En büyük mutluluk insanın kendinden hoşnut
olması, elindekilerle yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydı bu mutluluğu sağlayabilir miydiniz?Hele insanın
kendinden hoşnut olması kadar güzel ve hoş, oysa delice ne vardır? Kutsal
Kitap’tan başka yaprak ezberlemekle cennete gitmeyi garantilediğini sanan şu
zır deli ne kadar mutludur? Akıllıyla deliyi ayırt eden nedir? Biri aklının,
öbürü tutkusunun peşinde gider. Oysa akıllıyı aklının peşinden sürükleyen de
tutkusudur. Ama o öylesine bir zavallıdır ki, mutluluk sağlayan bir tutku
yerine mutsuzluk sağlayan bir tutku seçmiştir.
Hele bakın: Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli bir eğitim,
her yönden gelen tehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu incelemelere,
öğrenmelere boyun eğen bir gençlik, hastalıklar ve sakatlıklarla çevrili bir
ihtiyarlık, acı bir zorunluk olan ölüm... Bu bahtsız ömür süresince sayısız
tehlikeler, hastalıklar, korkular, yoksulluklar, hapis, alçaklık, utanç, acı
pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eğer insanların çoğu akıl yolundan
gitselerdi, dünya üstünde kendini öldürmedik adam kalmazdı. Oysa ben, bütün bu
dertleri birbirinden ayırıp, binbir biçimde yumuşatmasını bilirim. İnsanlara
bilgisizliği, umursamazlığı dağıtırım. Kimine daha mutlu bir talihin tatlı
umudunu yollar, kiminin ayaklarına sevimli şehvetin bir günlük güllerini
serperim. Gönderdiğim düşler onları bağlar. Ölüm perisinin eğirecek ipliği
kalmamış olsa bile, yaşamaya karşı en ufak bir tiksinti duymak şöyle dursun,
onları yaşamaktan ayrılmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yaşamaya
bağlılıkları da o kadar artar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Bir adam vardı; bu adam
evlendikten sonra, karısına bir kutu dolusu elmas verdi. Elmaslar sahteydi.
Adam, karısını, verdiği elmasların pek değerli olduğuna inandırmıştı.
Kadıncağız çok mutluydu. Bu değersiz cam parçalarına bakarken gözleri doluyor,
elleri titriyordu. Bilgisizliğin verdiği bu mutluluğu, hangi bilgi verebilir?
Yada bu elmasların sahteliğini bilmeyenin mutluluğuyla, bu elmasların gerçeğini
boynuna takanın mutluluğu arasında ne fark var?
Ah şu mutlu deliler... Yaptıkları binbir deliliğe ne de
güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar,
deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına
çıkınca kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz
hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun
tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez
patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği
kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz
parmakla hiçbir paraya dokunmadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en
yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de
kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak.
Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecektir. Kimileri de
yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu
anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey
anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek
cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!...
Oysa önemi yok bu sonucun. Onlar şimdi benim verdiğim umutlarla mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eğer şu piskopos, giymiş olduğu
ak kaftanın kusursuz bir ömür sürmek, başını örten çift boynuzluğu ve uçları
birbirine tek düğümle bağlı külahın eski kutsal kitapla yeni kutsal kitabı
birleştirmek, ellerindeki eldivenin dünyadaki kötülükleri eline bulaştırmamak,
asasının kendi güdücülüğüne bırakılan sürüyü sürekli olarak gütmek ve dikkatini
onların üstünden bir an bile eksik etmemek anlamlarına geldiğini bilseydi,
mutlu olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluğun altında yaşayamaz, ezilir
giderdi elbet. Oysa piskoposlarımız o kadar budala değildirler. Kendileri
otlamaya bakar, sürüleri otlatmak işini İsa’ya bırakırlar.
"
Alıntı, Orhan Hançeriloğlu'nun müthiş kitabı Düşünce Tarihi'nden.. Onu da dilim dönmeyecek olsa da yakın zamanda anlatmaya çalışacağım.. Henüz yarısına yeni varabildim kitabın, uzun bir yol. Ağır ağır gidilmesi gereken özel bir yol Düşünce Tarihi.. Belki bir kez daha okur, onun ardından yazarım.. Belki defalarca.. Bilmiyorum.