25 Mart 2014 Salı

Küçük Prens- Antoine de Saint-Exupery

Çeviri: Sumru Ağıryürüyen
Sahra çölüne uçağı düşen ve burada karşılaştığı bir çocuğu anlatan romancının efsane kitabı. Şizofrenik izler taşıyan kitaba hayran olamamak mümkün değil kanımca.
Yıllarca adını duyarak ve merakla geçti zamanım. Küçükken ufacıkken bir tv kanalında çizgi filmine rastlamıştım, başlarda okudum sayıyordum kitabı izlediğim için. Ergenlik sırasında okumanın izlemekten ne kadar da farklı olduğunu kavramaya başlamıştım. Önceliği Martı’ya verdim her on yedilik gibi. Sonra bir ara da Şeker Portakalı girdi hayatıma. Küçük Prens zaman zaman hatırladığım ama bir türlü almaya kıyamadığım yerini korudu yıllarca. Son on yıl içinde de birkaç hamlem oldu lakin tesadüf bu ya, her almaya karar verişimde “taze bitti”lerle karşılaştım.
Ha unutmadan bir de dayım var benim. O önermişti yıllar evvel, hala “hayran olduğum adamlar” kadrosunda yerini koruyorken. Sonra bir gün alıverdim eşimin hayret eder bakışları arasında. Okudum bir çırpıda. Evet, izlemekten çok başkaydı yıllar sonra.
Yazarın hayal gücüne hayran kalmamak mümkün değil, hele de -bir dönem de olsa- savaş pilotu olduğunu ve ölümün ellerinden öptüğünü düşünürsek.. Yo bu kadar kısır değil tabi ki bakışım, 1920lerde posta pilotu olarak hayatı gök yüzünde geçmiş yazarın. İkinci dünya savaşı sırasında da kaybolmuş uçağı. Büyük kayıp…
Hikayeye gelince, ilk yazıldığında 1000 sayfa kadarmış diye okudum bir yerden. Yazar gereksiz her şeyi eksilterek gün be gün biraz daha kısaltmış hikayeyi ta ki atılacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar. Kim bilir belki yaşasa daha da kısalacaktı. Ya da resimli anlatımlar kaybolacaktı, artacaktı.. Bir şeyler muhakkak farklılaşacaktı, olmadı. 
Hikaye demiştim… Bir küçük prensle karşılaşır yazar, ve başlar prens anlatmaya yalnızlıktan. Asteroid B-612’de yaşamaktadır küçük, bir çiçeği vardır kibirli ve güzel ve narin. Onu yapayalnız bırakıp seyahate başlar gezegen gezegen. Öyle yerlerden geçer ki, zaman öyle bir biter ki, heyecanla bir sonraki gezegende karşılaşacağı karakteri beklemeye başlarsınız okurken. Beni son zamanlarda en çok etkileyen fenerci oldu, Berkin’den sonra. Kadıköyde Berkin’i arayan fenerciyi gördükçe o geliyor aklıma, bir hüzün kaplıyor içimi. Demişlerdi zaten Berkin’e Küçük Prens diye, fenerci onu arıyor, benim içim dağlanıyor. …..
Hüzün yakışmadı şimdi, özür dilerim. Silemeyecek kadar da dürüst kalacağım yazdıklarımı, affedin.
Prensimizin bir bakıyorsunuz bir kralın tek başına olduğu krallığında tek kişilik halk oluyor, bir bakıyorsunuz yalnız bir sarhoşun unutmayı unutmak için içişine şahit oluyor, bir muhasebeci buluyor ya da bir fenerci. Küçük prens, ikinci dünya savaşında adı geçen bütün ülkeleri temsil eden gezegenlerde biraz zaman geçiriyor da diyebiliriz sanırım. 

Sonra Prensimiz, bizim pilota sevgiyi, sadakati ve dostluğu öğretiyor. Kibirli çiçeği kırmızı güle olan sevgisini bir tilkiden öğreniyor, sonra bir yılan onu gezegenine geri gönderiyor. Gerçekte olan geri dönebildiği mi, çiçeğini keçi mi yedi, yoksa küçük minnacık prens ölüp gitti mi pilotun kollarında? Her şeyi söylemek mümkün. Her gün, her şeyi söylemek mümkün. Bugün yerine ve çiçeğine sağ salim ulaştığını var sayıyorum, yarın belki başka bir son tasarlarım, bilmiyorum.. 

17 Mart 2014 Pazartesi

Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar

Olağan gibi görünen bir fantastik eser Puslu Kıtalar Atlası. Doğum günüm için gelen hediyelerimden biriydi kendileri. Hiç okumamıştım İhsan Oktay Anar. Cehalet işte, pek de durmadım üzerinde. Hatta alan arkadaş çok hevesliydi, tanışmanı istiyorum demişti bu adamla. Heyecanlanmıştım önce, sonra sıraya koyup unutmuştum başucumda.  O kadar yoğun okuyordum ki o dönemde, seri tüketime geçmiş gibiydim...
Sonra başladım; “ooo iyiymiş. Mistik demek. Hımmm. Uzun İhsan Efendi. Felsefe de varmış. Hımmm.. Eee, sonra?” gibi saçma sapan yorumlarla takılıyordum. Çok da fazla bir şey anlamıyordum galiba. Bu arada İstanbul’un eski versiyonlarından birisi vardı arka planda, o kadar çok eski İstanbul var ki hangisini daha çok sevem bilemem J  Şimdiye kadar fazlaca fantastik ya da bilim kurgu türünde yabancı yazar okudum ya, duyarsızlaşmışım galiba biraz da, İstanbul’u okumak bile uyandırmadı beni. Yazarı unuttum, o dünyaca ünlü kültlerden birini okur gibi davrandım bir süre sonra.
Bir düşün içinde bir adam Uzun İhsan Efendi, kimseler ona inanmasa da bir hayatı gerçek kılan. Tüm dünya ve insanları oğul ve savaşçılar, sokaktaki dilenci ve havadaki kuşu düşünmese İhsan Efendi… Beni hayal etmese biri bir yerde ya da ben düşlemesem bu gerçekliği?  Var olmak nedir ki aslında sonunda…  
Bir kitap geçer eline Uzun İhsan Efendi’nin. Rendekar var oluş ve düşlerle ilgili pek ilginç fikirler dökmüştür sayfalara. Uzun İhsan Efendi düşündüğü için kendi varlığını kanıtlayabilmektedir ya, başkalarını kanıtlayamamaktadır sonunda. Bir atlas hayali de vardır Efendinin. Atlasını gezerek oluşturamayacağından, düşlerine sorarak çizmeye başlar. Puslu Kıtalar Atlası der adına. Oğlu Bünyamin’i uzaklara lağımcılığa gönderirken tutuşturur oğulun eline. Dileği kendi macerasına çıkmasıdır oğlunun.
Bir de Efrasiyab denen Alibaz var Konstantiniye’de,  Uzun İhsan Efendiyi babası sayan. Yeniçeriler basıp da talan edince Efendinin hanesini, intikam yemini eden. Beyaz kumaş üzerine kırmızı bir çocuk elinden bayrak yapar, çocuklardan oluşan çetesiyle etrafı kasıp kavurur Efrasiyab..  Benim favori karakterim de kendisidir kitaptan.
Bünyamin’in macerası da ayrı bir romandır aslında lağımcılıkta. Kıyametin son alameti olan Mehdinin gelişini gösteren bir ayna, kıyametten kaçmak için zamanda geriye gitmeyi tasarlayan bir Ebrehe. Bir siyah para boşluktan üremiş.
Neresinden tutsan anlatılır gibi değil öyle kısaca. Uzun uzun okumak lazım bir kere daha. (Bu arada cümlelere çok fazla kafiye sıkışmaya başladı. Dönüp dönüp düzeltir oldum. Ne ola ki bugünkü dilin sebebi?)

Ha unutmadan, bir arkadaşla konuşurken “İhsan Oktay Anar hiç okumadım, yorum yapamam ama…” diye başlayan bir cümlenin ardından “e orda Puslu Kıtalar Atlası var ya” diye rafın birindeki kitap yığınını göstermesi vesile oldu benim evimde, bu yazıyı yazmama. Hatta utanmadan –öyle derin unutmuşum ki kitabın yazarını ve kitabı hatta- şöyle devam ettim konuşmaya, “ha, o mu, okumadım galiba..” Sonra akşam bitti. Neymiş bu kitap ya diye aldım elime ve ne alayım… Bir anda her yanımı sardı hikaye, bir anda ben oldum sanki Puslu Kıta ve kıyaslamalar geldi, cümleler geldi, rüyalar geldi. Ben düşündüğüm için mi vardı dünya, biri düşündüğü için mi var oldum ben?
Bir kez daha okumalı bu kitabı, şimdi daha bi çekti canım. Bu kez anlayabilecek miyim emin olmasam da o anlaşılmayanın arasında kalan kırıntılar bile bi garip tat bırakıyor insanın fikrinde.  Bu kez hatırlayabilecek miyim acaba? Unutmamak için yazıyorum ya işte buraya da J

Tavsiye: Absolutely maaaan!

6 Mart 2014 Perşembe

Karanlığı Taramak - Philip K. Dick

Çeviri: Mehmet Ada Öztekin
Tam da bütün bilimkurgular aynı mı gidecek derken edindiğim bir kitap Karanlığı Taramak. Klasik kurgudan sıkılmaya başlamışken enteresan bir başlangıç oldu benim için ve neden kurgu bilimi bu kadar sevip önemsediğimi hatırlayıverdim.
Uyuşturucuyla örülü bir dünyadan söz ediyor yazar. Anladığım kadarıyla yazar iken kendi deneyimlerinden de faydalanmış bolca.. Fantastik bir dünyayı eğrisiyle, doğrusuyla betimlemiş. Merak edilen her şeye bir yanıt vermiş. Klasik ‘uyuşturucu kötüdür’ tavırlarında değil, güzellemelerinin sonuçlarını gördükçe içselleştiriyorsun süreci ve farkında olmadan istediğin hayatın bu olmadığına kanaat getiriyorsun.  Gizemini yitiriyor uçan kafalar, dünyanın anlamına böyle haiz olunmadığını görüyorsun usul usul. İçene duyduğun öfke de diniyor derinde, hiç denemediğin için  -için için- duyduğun merak da hafifliyor gittikçe.. Yani sıkıcı. Sonuçları diyorum, sıkıcı. Dokunulmamış bir alanın fahişeliğine tanıklık ediyorsun. Beyninden vurulmuşa dönmüyorsun da, sarsılıyorsun ufaktan.
Kitaba gelince;
Her zamanki gibi bir kahramanımız var olayların etrafında döndüğü -karanlık ve daha az karanlıkta yaşayan. Gizli görevle, uyuşturucu kullanılan ortamlara tamamen adapte olan bir sürü avcıdan sadece birisi. İki başlı bir hayatın tam ortasında kalan, iyi mi kötü mü olduğundan habersiz. Hangisi iyi, hangisi kötü aslında, bu da tartışmaya açılıyor galiba. Bilim kurgu burada giriyor devreye, gelişmiş bir teknoloji sayesinde ajanlık yaparken tanınamayacakları bir kamuflajları mevcut, gerçekte neye benzediklerini hiç kimse bilmiyor operasyondan. İki başlı bir hayat; karanlık ve daha az karanlık olan…
İronik olana gelince, kılık değiştirdikleri zaman gerçekte olmaları gereken kişiyi oynuyor, kendi kimliklerini de oyun zamanı kullanıyorlar. Gerçek ve sahte öyle ağır bir yer değişimi yaşıyor ki, gurbet nere sıla nere bilemiyorlar eskilerin tabiriyle. Bir de üstüne uyuşturucunun beyin üzerindeki kalıcı tesirleri ortaya çıkmaya başlıyor ufaktan. Vakitlice fark edebilirse ne ala, bizimki fark edemiyor bile, operasyondakiler alıyorlar görevden ve içeri girenin sır olduğu rehabilitasyon merkezlerinden birine yerleştiriyorlar. Hayat oracıkta duruveriyor, ayakta kalabilmek için orada bulunmaktan başka da çaresi kalmıyor insanın. Oysa aşka düşmüş yeniden, ergenler gibi heyecanlı ve korkakken… Duruyor zaman, ölüyor dünya. Şizofrenik bir bunalım halinde tutunuyor –tutunamıyor hayata..

Bir kayboluş hikayesi aslında, tercihler bilinçli yapılıyor, amaç kötü değilken hayat feda oluyor. Son zamanlarda okuduğum en iyi bilimkurgulardan biriydi evet, en karanlık kitaplardan da biri diyebilirim ayrıca. Tavsiye mi? Okuyun elbette, okuyun, okutun. Düşünün üstüne, sadece uyuşturucudan söz etmiyor irdelendiğinde. İnsan üzerine yazılmış derin bir kitap bu elimde tuttuğum, fantastik, psikolojik ve hatta felsefik diyebilirim J Öyle.