Yıllar evvel "Yüksek Topuklar" kitabıyla tanışmıştım Murathan Munganla. Bir kadını anlatıyordu, bir kadın ve bir kız çocuğunu. Küçük kadın demeli aslında adına. Kadına dair bu kadar doğru yönlü çözümlemeden çok etkilenmiştim açıkçası..
Geçenlerde evde tek başıma otururken. İzleyecek dizi kalmamışken online sitelerde ya da bulamamışken ben, kitap satış sitelerine dalayım dedim. O geldi aklıma, Murathan Mungan. Okumak istedim yeniden, bu kez okumadıklarımdan. Üç Aynalı Kırk Oda ve bir kaç tane daha aslında. Bir kaç şiir kitabı, bir kaç roman listeledim sepete. Ev alacağız demiştik, para harcamayacaktık aslında bir süre. Girdim kart bilgilerini, bir kaç gün sonra elimdeydi kitaplar. Üç aynalı Kırk Oda. Nedense 'ayna'nın a'sını küçük yazıyorum ikidir. İlkinde düzelttimdi ya, bu kez elim varmadı, bir sebebi olmalı :)
Üç hikaye aslında elimdeki, üç büyük roman gibi. Sanırım hikaye ve roman arasındaki farkı asla anlayamayacağım ben, cehaletim baki kalacak okudukça... Okudukça yaralandım bu hikayeleri, okudukça...
Alice Harikalar Diyarında, Aynalı Pastane ve Gece Elbisesi isimli üç hikaye. Her hikayeye teker teker değinmek gerek. Lakin benim içimden geçen kimisine daha çok, kimisine daha az değinmek...
Neyse. İlki en az etkilendiğimdi sanırım. Bilimkurgu ve aşkı birleştiren, hayaller ve gerçeklenenler üzerine, hayata dair elde edilebilecek hiç bir şeyi kalmamış bir kül kedisi hikayesinden hayatın dışına taşan bir aşk ve kavuşamamak öyküsüne... Garipti. Etkileyiciydi ama ben değildi. Aslında okuduklarımın hiç biri ben değildi de, o role en az bürünebildiğimdi.
Sonra ikincisi geldi. Kalabalıklarda kaybolmaya dairdi biraz. Biraz İstanbuldu. Biraz zamandı. Öyle bir kavuşmaydı ki İstanbulla, belki de beni en çok etkileyen de bu oldu. Kadına ve erkeğe dair çok şey vardı. Hüzün ve duygu yoksunluğu biraz. Biraz da yine aşk. Beni en çok etkileyen aynalardan geçilen zamanlar oldu sanırım. İstanbulun her döneminde geçiyordu hikaye. Her döneminde iş yapan bir kadın ve onun yol göstericisi, bir pezevenk. Böyle sınırlamak, böyle söylemek biraz hakaret gibi kaçıyor aslında, adamın yaptığı zamana hükmetmek ve hükmederken insanları mutlu etmekti daha çok. Sonra ben en çok İstanbul olduğumu hissettim bu hikayede. İstanbul olmak istedim. Aynalarda kaybolan bir kadın vardı sonra. Geçmişine, doğduğu zamana, olduğu aynalı pastaneye gitmeye çalışırken hapsolan bir kadın vardı aynada. Bir de ben, İstanbul...
Üçüncüsü de bir kadını anlatıyordu. Erkek bedenine hapsolmuş bir kadın. Daha doğarken kaçmaya çalışmış ve zoraki bir kurtuluşla asla kendisi olamamış... Sonra bir ara bir sihir gerçekleşmiş, adam başka bir bedende İstanbulda uyanmış ve yine İstanbul ya, o bedende ölümü tatmış...
Kayıpların hikayeleri "Üç aynalı Kırk Oda". Zamana ve mekana hükmeden, yokluğu ve yoksunluğu, içindeki kayboluşları anlatan hikayelerin kitabı. Olmak isteyip de olamadıklarını ve pişmanlıklarını anlatan bir üçleme...
Kesinlikle okunmalı bir kitap. Lakin okundukça depresyondan da kaçınmalı, öyle ya, sadece kitap!
25 Ekim 2013 Cuma
16 Ağustos 2013 Cuma
Karakter Aşınması - Richard Sennet
![]() |
Çeviri: Barış Yıldırım |
Benimle çok da ilgisi olmayan sıkıcı bir kitap demek
isterdim bu kitap için.. Hatta okumak için ödünç aldığım nadir kitaplardan biri
olsa da hiiiiç sevmedim diyebilirdim.
Muhtemelen bir kaç yıl önce ödünç aldığımda ve yarım bırakıp bir
başkasına ödünç verdiğimde bu kitaptan vazgeçmeliydim. Geçmedim, hatta kitabı bitirince fark ettim ki, o zaman da yarım bırakmamışım lakin doğru zaman değilmiş belli ki anlamak için.
Kim bilir kaç yıl önce kendisinden ödünç aldığım 'beyaz yaka'lardan bir arkadaşım çok övmüştü kitabı. Onun beğenilerine çok güvenirim, hevesle
aldım. Okumaya başladım ve dedim benim kaygılarıma çok uzak bu kitap..
İçselleştiremedim bir türlü. Utancımdan geri de veremedim Verdiğimde sohbeti
geçecekti, ne diyecektim? Bekledim…
'Beyaz yaka' familyasından bir başka arkadaş istedi bir süre sonra kitabı. Bir
yılı geçkin de onda kaldı küçük gri kitapcık... Geri verdiğinde hiç konuşmadık hakkında.
Okuyup okumadığından bile emin olamadım ya kendisini az tanıyorsam okumuştur, kolay kolay yarım bırakmaz eline aldığı şeyi -ki o şey bir kitapsa asla-.
Sonra gri sıkıcı kitap bir valize bilimkurgu ve fantastik kitapların arasına
sıkıştı bir şekilde. Tatil uzayıp bütün kitaplar bitince çaresiz aldım elime.
Aynı sıkıntılı ve anlamsız bakışlarla okumaya başladım ki ne bulayım, sandığım
kadar da sıkıcı değilmiş ya bu kitap! Hatta son zamanlarda sıkça hakkında
konuştuğumuz konularla o kadar ilgiliymiş ki..
Nasıl bir kafayla okumuştum acaba ilk aldığımda? Hele ki o zamanlar özel sektörün göbeğinden yenice kopmuş idim lakin eşim ve bütün arkadaşlarım o habitatın içinde familyalarının genlerini çözmeye çalışıyordular. Yeniydiler, toydular, çocuktular :)
Ben o sayfayı artık kapadığım için mi ilgilenmemiştim acaba? Oysa öğretmenlikten önce yaptığım iş, hayatımın en eğlenceli işiydi. Havalimanında Operasyoncu idim. Detaya gerek yok, ops derlerdi bize, uçağın altı üstü, salonların bilmem nesi, padişah pilotun nezaketi ya da buyrukları.. Hostu hostesi, yolcusu, işçisi, polisi, güvenliği falanı filanı.. Tam da şu kitapta geçen 'esneklik' ilkesine göre yaşadığım bir işti. Saydıklarımın hepsi bizden geçerdi, şu hani ilkokul matematik defterlerinde bir sürü kümenin kesiştiği bi küçücük kırmızıya taralı alan olur ya. İşte orada ops durur idi kanımca. Günün her saati operasyon olabilirdi, her saat gelip seni evden alabilirlerdi. Seve seve keyifle gidilmezdi elbette lakin gidilince hep eğlenilirdi. Ayrıca kitapta bahsi geçen bir çok şeyi derinlemesine yaşama fırsatı bulduğum da bir işti kendileri. Okul bitince bıraktım, biraz da sıkılmıştım sanırım. Küçük şehirlerde büyük şirketlerin kolları biraz da gross marketlerin mahallede bakkal şubeleri gibi işliyor galiba. İyi anlamda değil ama, karşıdaki oto tamirci asılıyor mesela :-P
Ben o sayfayı artık kapadığım için mi ilgilenmemiştim acaba? Oysa öğretmenlikten önce yaptığım iş, hayatımın en eğlenceli işiydi. Havalimanında Operasyoncu idim. Detaya gerek yok, ops derlerdi bize, uçağın altı üstü, salonların bilmem nesi, padişah pilotun nezaketi ya da buyrukları.. Hostu hostesi, yolcusu, işçisi, polisi, güvenliği falanı filanı.. Tam da şu kitapta geçen 'esneklik' ilkesine göre yaşadığım bir işti. Saydıklarımın hepsi bizden geçerdi, şu hani ilkokul matematik defterlerinde bir sürü kümenin kesiştiği bi küçücük kırmızıya taralı alan olur ya. İşte orada ops durur idi kanımca. Günün her saati operasyon olabilirdi, her saat gelip seni evden alabilirlerdi. Seve seve keyifle gidilmezdi elbette lakin gidilince hep eğlenilirdi. Ayrıca kitapta bahsi geçen bir çok şeyi derinlemesine yaşama fırsatı bulduğum da bir işti kendileri. Okul bitince bıraktım, biraz da sıkılmıştım sanırım. Küçük şehirlerde büyük şirketlerin kolları biraz da gross marketlerin mahallede bakkal şubeleri gibi işliyor galiba. İyi anlamda değil ama, karşıdaki oto tamirci asılıyor mesela :-P
Kitaptan söz edeyim artık, çok uzadı yine giriş galiba.
Yazar geçmişte yaptığı sosyolojik araştırmalar ve yapılan
başka araştırmalara dair incelemelerinden yola çıkarak işin kişiliğimiz
üzerindeki sürekli değişen etkisini anlatıyor aslında özetle. Hatta değişen
dünyanın savaşlardan ve hastalıklardan daha çok kapital yoluyla –bizim
tarafımıza yansıyan kısmı da iş olunca- şekillendiğini ve bu şekillenmenin
bizleri bir yerde “ahlaksızlaştırdığını” anlatıyor biraz da.
Bunu yaparken kapağında yazdığı gibi yeni kapitalizmden ve
karakterlerimizi nasıl etkilediğinden söz etmekle kalmıyor, geçmiş iş ahlakı,
düzeni ve şekliyle ilgili de detaylı bilgiler vererek kıyaslama şansı da tanıyor. Esnek ve istikrarsız yeni iş düzenininden söz ederken şu sıralar doğru ve iyi olduğunu düşündüğümüz bazı kavramların aslında neyi temsil ettiğini açıkça yüzümüze vuruyor hatta.
Spontane kişilerin hayatları üzerinden verilen örneklerle
şekillenmiş olduğu için algılamak da kolaylaşıyor garip teknik terimleri.
İşin evde yapıldığı zamanlardan -kalfa ve çırakların ustanın
evinde yaşadığı, beraber yeyip içtiği zamanlardan-, şehir dışında kurulan
fabrikalara geçişi ve dahası o fabrikalarda oluşmaya başlayan mavi yaka - beyaz
yaka ayrımı ve zorluklarını, her ikisinin de günümüzde hangi durumlara sıkıştırıldığını ve bu durumun gerçekte kimin
hayrına işlediğini kayda değer örneklerle betimliyor.
Sadece 'tu kaka kapitalizm' demiyor elbette. Neden ve nasıl
bu duruma gelindiğinin, eski güvenlikli ve birikim üzerine kurulu dünyanın,
nasıl risklerle dolu ve ön görülemez bir hal aldığının kısa bir özeti gibi.
Yapılan iş ve iş yapılırken kurulan ilişkilerin
yüzeyselleşmesinden tutun da, komşuluk ilişkilerine kadar yansıyan sığlıklardan
öyle derinlemesine ve sert bir dille -aslında sert değil de gerçekçi diyelim
biz ona- bahsediyor ki... Verdiği örnek karakterlerin yerine koyuyorsunuz
kendinizi, yaşı ilerlemiş ve hayattan sıkılmış bir bar sahibinin nasıl reklam işine girdiğini ve bir yıl
dayanamayıp bıraktığı yerden barına nasıl döndüğünü yaşıyorsunuz. O barı kendi
barınız gibi özlüyorsunuz.. Bazen de bilmem kaç şehir ve iş değiştirmiş, hala
genç olduğu halde içinin geçtiğini ve zamana yetişemediğini düşünen başarılı
lakin bunun farkına varamayan bir mühendis oluyorsunuz. İşiniz ya da konumunuz
her ne olursa olsun neden tatmin olamadığınızı bir anda kavrayıveriyorsunuz...
Modern kapitalizmin iş yönetimi anlayışıyla ilgili -uzun
zamandır üzerine düşündüğüm bir konuya dair bir paragraf vardı ki aktarmadan
geçmeyeceğim- çok önemli tespitlerden biri de şu kitapta;
Takım çalışması masallarının yüzeyselliğinin
insanları belirli bir biçimde baskı altına aldığı ortada. Montaj hattında
arabaların son hızla ilerlemesi için işçileri kırbaçlayan patronun yerini
takımdaki diğer çalışanlardan gelen baskı alıyor. Çalışanların işbirliği
yaptığı masalı, şirketin doymak bilmez üretkenlik artırma çabasına hizmet
ediyor.
Evet özel sektörde iş görüp de “takım çalışması” kavramını
duymayan, bir “ekip lideri”ne sahip olmayan yoktur herhalde. Bu ilişkilerde hep
yanlış bir şeyler vardır ama herkesin iyi niyetli olduğu ön bilgisinden yola
çıkarak ters giden şeyin ne olduğu hep merak edilegelmiştir diye düşünüyorum.
Ben şahsen cevabıma yukarıdaki cümle ve devamında gelen tespit ve yorumlarla kavuşmuş
bulunuyorum.
Ayrıca lider ya da yönetici konumunda bulunanların garip bir
durumu daha dikkatimi çekiyordu, sorumluluk almamak. Hatta sorumluluk alacak
birini bulmak bir mesele halini almıştı sanırım. Hep bir üstten geliyordu
talepler ya da şikayetler, ona da bir üstten ve üstten. Bill Gates’in Microsoft
Türkiye’de çalışan Ayşe ile ne sorunu olabilirdi ki acaba? Bunu da bir başka
paragraf açıkladı;
Bir işten çıkarma süreci sırasında bir
yöneticinin yorumu da şöyle idi "Hepimiz zaman ve mekanın
kurbanlarıyız.". Eğer sürecin
sorumlu öznesi "değişim" olursa ve herkesin onun "kurban"ı
olduğu ilan edilirse, hiç kimse sorumlu tutulamaz ve otorite ortadan kaybolur.
Kitap bu gibi tespitlerle çok açıklayıcı niteliklere sahip.
Okumak size iyi gelecek mi, bilmiyorum. Okuyup depresyonunuzu arttırma
olasılığı da var elbette. “Ne kadar az bilirsem o kadar az
incinirim”cilerdenseniz, okumayın sakın. Nasıl sömürüldüğümüzü öğrenmeye
ihtiyacımız yok diyorsanız, bırakın gitsin.
Lakin “bileyim, bildikçe tepki koyabilirim, kalkanımı
güçlendirir gardımı alırım mutluluğa dair” diyebilecek kadar güçlüyseniz, sakın
atlamayın okuyun bu kitabı.
Ben de artık okuduğuma göre asıl sahibine iade edeyim ve
üzerine uzun uzun tartışalım.
Saygılar…
15 Ağustos 2013 Perşembe
Silmarillion - J.R.R Tolkein
![]() |
Çeviri: |
Kitabı çok geç okudum, utanarak söylüyorum ki Yüzüklerin Efendisi ya da Hobbit'i okumadım bile. Lakin Yüzüklerin Efendisini herhalde 10 kez falan zevkle izlemişimdir. En son da kesilmemiş versiyonunu Torrent sitelerinde bulup bir gece ve bir gündüzü ona vermiştim...
Yok bunu söylemek çok utandırıyor, söylemese miydim acaba? Dürüst olmalı ama :-/
Neyse Silmarillion'u kitapçıda gördüğümde almadan geçemedim yine. Yanında aldığım bir sürü başka türlü kitabı bunun öncesinde okudum çünkü korkuyordum.. Bir ara aldım elime, başladım cümlelere..
Ainur'un müziği yankılandı kulaklarımda. Önce anlayamadım. O kadar ağırdı ki müziği okumaya çalışmak.
Düşünün ki yazması ne kadar zor olmuştur kim bilir. Sonra bıraktım kitabı. Sehpada kaldı bir süre ayracı bile durmadan içinde. Bri gece sarhoş ve dost bir elin devirdiği bir çeşit Çin rakısında ıslandı, günlerce kurumadı,
sayfaları büzüşüp yıllandı bir kaç haftada. Sehpada güvenliği sağlanamayınca duvar ünitesinin en üstüne kaldırıldı.
Yaz geldi sonra, valize istiflendi. Akdenizin sıcacık havasında, bir çadırın gölgesinde çıktı valizden.. Sessizce açıldı kapağı ve müzik yankılanmaya başladı dalga seslerinin yanında..
Eru önce Ainur'u yarattı, Ainurun her birine bir meziyet verdi ve bir hayale sürdü onları. Hayalin ardından Ea'yı yarattı sonra da Ardayı. Ainurun müziği de yarattı dağları ve denizleri ve göğü ve yıldızları. İlk çağı başladı dünyanın. Ainurun içinde bir Melkor vardı, her bir Ainur'un gücünden biraz almıştı. En güçlüleri ve tek hasetleriydi Melkor. Bir de Manwe vardı, Melkor'un kardeşi. Ainur'un söz önderiydi, güçlüydü ve bilgeydi. Tüm Ainur ve yardımcıları Maiar indi Arda'ya. Bedenlendiler Arda'da. Ainur'a ve Maiar'a da satırlar ayırmak gerek aslında...
İlk yaratılanlar geldi sonra. Onlar iyilik ve güzellik ve bilgelik ve estetikle donatılmışlardı. Elf dediler adına. İlk yaratılanlardan olmayı istedim ben de. Hem de on yüz bin milyon kere...
Melkor da gelmişti Ainurla ve büyük savaşlar başladı yaratılan cennette, Melkor yenildi ve kapatıldı derine. Yok edilmedi, pişman olması beklendi ancak Melkor bir kez kötülük tohumlarını ekmişti Ardaya. Sonra bitti ilk çağ ve Orta Dünya hikayesi başladı Elflerin erdemi ve becerisi ve ardından isyanıyla. Melkor ve onun
Maiar'ı Sauron ekmişti kötülük tohumlarını Elflerin içine.
Feanor vardı Elflerin en güçlüsü, en beceriklisi. Üç tane Silmaril yaratmıştı Ardayı aydınlatan. Silmariller çalınınca başladı Elf isyanları ve Orta Dünyaya sürgünler ve ölümler...
Ainur Sonradan doğanlar olarak insanları tasarlamıştı bir de. Onların gelişi Elf soyunun bitişine denk gelecekti.
İnsanlar geldi, Elfler onları sevdi ve korudu ve birlikte savaştılar uzun yıllar boyunca. Elfler ölümsüzlükle lanetlenmiş, insanlar ölümle ödüllendirilmişti belki de. İnsan soyunda da Elf soyunda da iyiler ve kötüler oldu.
Melkor ve Sauronun kötülük tohumları ekilmişti bir kere.
Yüzyıllar ve bin yıllar geçti. Değişim ve savaşlar gerçekleşti. Silmariller ve Melkor sorunları çözüldü, Sauronun güç yüzükleri geldi üçüncü çağda. O da zaten bildik büyük hikaye...
Silmarillion, Tolkein'in bütün o romanlarının temellendirildiği evreni ve onun hikayesini anlatıyor. Güç Yüzükleri tüm bu örüntü içinde öyle küçük bir yer kaplıyor ki... Keşke diyor insan Tolkein ölmeseydi
ve sonsuza kadar bize o dünyadan bahsetseydi...
Yüzüklerin Efendisi'nde tanıdığımız bütün karakterlerin yaratılışı ve aile geçmişleri ve kim oldukları ve neden değerli oldukları da anlatılıyor kitapta. Hatırladığım, kitapta ufak bir yerde adı geçen Galadriel var mesela, ya da Yarı Elf Elrond'un doğumu ve geçmişindeki o büyük hikaye... Aragorn'un kim olduğu ve hatta Beş büyücüden Sauron ve Gandalf'ın hikayeleri. Gandalf ve Galadriel arasındaki tanışıklık ve Gandalf'ın
Maiar'dan sadece biri olduğu...
Silmarillion'da sanırım en köklü hikayelerden biri de Beren ile Luthien'e dair olandı. İnsan kralın oğlu Beren ve Elf kralın kızı ve "gelmiş geçmiş en güzel olan" Luthien'in hikayesi.. Beren'in Luthien uğruna ölüme gidip gelişi
ve Luthien'in onu hiç bir zaman ve sebeple yalnız bırakmayışı.. Bir de onlara destek olan ilk doğanlarla yaratılmış, ilk çağlardan beri gözü gören kulağı duyan ve ölmeden üç kez dile geleceği tasarlanmış eşsiz köpek Huan elbette...
Daha anlatacak öyle çok hikaye var ki kitapta, bilmem daha kaç kez okumak gerekecek.. Silmarillion için baş ucu kitabı diyenler var, efsane diyenler var, kutsal diyenler var.. Ben ne desem bilemedim ama defalarca okunası, okudukça çoğalan bir kitap Silmarillion. Issız bir adada kalsam yanımda isterim kendilerini, üzerine düşünecek ve düşündükçe çoğalacak o kadar hikaye var ki içinde... İyi ki oğul Tolkein babasının mirasını toparlayıp bize sunmuş, olmasa eksik kalırdı sanki Arda...
Ve evet, tavsiye mi demiştiniz, 800 sayfa ve inanın ben en az ikinciyi okumaya kararlıyım, siz değerlendirin işte.
30 Temmuz 2013 Salı
Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
![]() |
Çeviri: Ümit Tosun |
Yaşlı bir teyze olduğumda zikretmeyi beklediğim sözlerdi kendileri. Lakin yaş ilerledikçe yaşlanmadığımı hissetsem de söylediğimi gördüm ve ben de o dünyanın bir parçası oldum :)
Cesur yeni bir dünya. Özellikle şu sıralar yaşanmış ve yaşanmakta olan -adına kısaca 'gezi olayları' dediğimiz- süreçte yepyeni bir dünyaya açtım gözlerimi çünkü. 31 Mayıs sabahı Taksim Gezi Parkında kesilmesi planlanan ağaçlar kesilmesin diye, orada kamp kuran güzel insanlara büyük bir saldırı gerçekleşince..
O güzel insanlara uygulanan bu müdahale kısa zamanda yeni dünyanın iletişim ağı 'sosyal medya' aracılığıyla tüm Türkiyeye yayıldı. Tüm Türkiye ayağa kalktı, top yekün bir direniş yaşandı. Özellikle ilk günlerinde
ülke güvenliğini sağlamakla yükümlü kolluk kuvvetleri, güzel insanlara akıl almaz saldırılarda bulundu.
Ağaç isyanı, özgürlük arayışına büründü ve yıllar içinde kısıtlanıp elden giden özgürlük sevdası uğruna yurdumun en güzel insanları sokaklara döküldü. Onlar saldırdıkça direndi, onlar çirkinleştikçe daha da güzelleşti.
Beş can verdi bu güzel insanlar, kim bilir kaç kalıcı yaralanma geçirdi. Özgürlük, eşitlik ve barış
uğruna, doğa adına...
O sabaha kadar böyle bir umut tohumu yoktu. Ben öyle sanıyordum ya da. Kapana kısılmış, yaşama
telaşında, sömürülen, yalnız hisseden insanlardık biz. O sabah tüm dünya değişti. Kocaman güzel bir gelecek belirdi gözlerimde.
Benimle birlikte benim gibi düşünen ve hatta benim gibi düşünmeyen milyonlarca insanın hayatı da değişti o sabah. Aynı düşünmeye gerek yoktu, aynı pencereden bakmıyorduk dünyaya. Lakin baktığımız dünya aynıydı.
Değiştirmek için gücümüz olduğundan habersizdik. Herkes kendi odasının perdesini araladı kendi penceresinden atladı sokağa. Değişti dünya. Belki eski solcuların istediği gibi 'hemen şimdi' olmadı,
olmayacak da belki. Lakin değişim başladı ve nasıl ki sinsice uzun yıllar sürdüyse hapsetmesi bizi,
salıvermesi de zaman alacak elbette. Alsın, beklemeye değer bir UMUT var artık.
Cesur yeni dünya! Benim cesur yeni dünyam :) Artık kitabımıza geçeyim değil mi.. Bilim kurgu
romanlarında kurtuluş gerçekleşmez ya genelde, o yüzden biraz da sıkıldım sanırım kitaba başlarken.
Lakin benim romanımda gerçekleşeceğine inancım sonsuz, çünkü hepimiz insanız ya la!
Kitaptan bahsetmeye başlamadan önce süreçten söz etmek istiyorum biraz.
Bundan bir süre önce Orwell'in 1984'ünü okumuştum. Bilim kurgu camiasının kültlerindendi kendisi. Sonra bir kitapçıda rafları gezerken gördüm 'Cesur Yeni Dünya'yı. Almadan geçemezdim, Cesur yeni bir
dünyaya uyanmıştım bir süre önce ve daha ne olsun, bir kült daha vardı önümde okunmamış.
Aldım ve başlarda çok çok sıkıldım. 1984 gibi bu da bir dünya tasviriyle giriş yapıyordu ve ne yalan söyleyeyim ilk sayfalarda -cehaletimden- "çakma mı olmuş bu ne?" sorusu belirdi zihnimde. Aralıklarla okudum. Okudukça değeri arttı elbette. Sonrasında az biraz araştırıp öğrendim ki 1932'de yazılmış kitap. 1984 yazılmadan 17 yıl önce yani. Yani utandım yani. 1984, Cesur yeni dünya'nın ardıllarındanmış yani. Zaten dedim ya okudukça açıldım, sürüklendim. Keyiflendim. Kızdım da aslında, arada hüzünlendim. Yine olası bir gelecek kurulmuştu karşımda.. Olası ve olmaması gereken bir gelecek tabi.
Şimdi artık Ford Aşkına! başlayayım anlatmaya..
Dünyamız istikrar üzerine kurulmuş. Öyle bir düzen yerleşmiş ki ne yerleştiren kalmış ortada ne yerleştiren varmış aslında. Dünya, kontrollü bir şekilde üretilen insanlardan oluşuyor. Bu insanların yapacakları işe göre seviyeleri ve kapasiteleri belirleniyor. Onlara mutlu olmaktan başka bir alternatif sunulmuyor. Ara sıra sıkılacak olurlarsa da 'soma' denilen bir keyiflik madde istihkakları mevcut. Ne yalan söyleyeyim somayı bir
kez denemek isterdim :)
Aile yok, hatta bu kavramlar ayıp, küfür. O dünyanın bu insanlarının ahlaki değerlerini yazar öyle güzel anlatmış ki, öyle çok saçmalamış ki (kötü anlamda değil) bizim var olan ahlaki değerlerimiz üzerine oturup uzunuzun düşünesi geliyor insanın. Daha önce düşünmediyse tabi :P
Bir de geçişin tümüyle yasak olduğu bazı yerleşim yerleri var elbette. Eksi olmazsa artı neye yarar değil mi.
Orada da Kızılderililer yaşıyor ve diğerlerinin aksine Tanrı inancı (hıristiyanlık elbette) aile, tek eşlilik falan var.
Bizim dünyamızı andırsa da aslında yazar o dünyayı da pek haz duyarak anlatmamış. Onlar da cehalet ve fakirlikten kırılan vahşiler. Sağlıksızlar, çirkinler. Kontrolsüzler. Suç var, ceza yok.
Zaten yazar yıllar sonra bir röportajında iki dünyayı da değil, ikisinin ortasında bir yeri dilerdim diyerek
bu kanımı doğruluyor. Yazar ayrıca bir üçüncü seçenek sunmadığı için de yıllar sonra pişman oluyor. Lakin üçüncü seçenek o ortada buluşulan sözüm ona ideal dünya değil de başka bir şeydi. Şu an ne yazık ki hatırlayamadım. Aklıma gelen bir Komünizm var ama, uyduruyor da olabilirim. En iyisi siz kendiniz sorun google amcaya.
Neyse işte, dünyalar böyle. Kitap bir kaç kişi üzerinden o iki dünyada yaşanan bir takım olayları anlatıyor.
Daha önce söylediğim gibi kitabı okumaktan bıktıracak kadar detaya girmeyeceğim bu yazıda da. Alın okuyun. Daha anlatmadığım çok şey var :)
Son bir söz, yazar İngiliz, dünyayı Amerika'nın ele geçireceğinden emin o yıllarda. 1930lar yani, kitapta
bol bol atıf var bu sebeple. Yaratıcı tanrıları olan Ford adı da size tanıdık gelecektir kanımca.
1 Nisan 2013 Pazartesi
Her Otostopçunun Galaksi Rehberi - Douglas Adams
![]() |
Çeviri: Serhat Dalkır |
Seriyi teker teker anlatmak istiyorum, tutamıyorum kendimi lakin anlattığım kitaplarda içeriğe o kadar çok yer vermişim ki, insanlar yazdıklarımı okuduktan sonra kitabın kendisini okumaya çalıştıklarında sorun yaşıyorlarmış.. Evet dikkat çekici olması sebebiyle yazdıklarım iyi olabiliyormuş lakin Lise Edebiyat dersi özetlerini de andırıyormuş anladığım kadarıyla. Bu yüzden daha dikkatli olmayı deneyeceğim. Nasıl bilmiyorum, her şeyi anlatmak istiyorum. 42 demek istiyorum. Yunuslar neden gitmiş biliyor musun ya da farelerin denekleriyiz biz demek istiyorum. Bunu yaparken serbest çağrışmak değil, mantık sırasında takılmak istiyorum. Sonra da 'evet evet, mantık dedim, yanlış duymadınız' diye kendimi açıklamak istiyorum..
Yapamıyorum ki, Marvin bir 'paranoid android' demek istiyorum. Siz hiç depresyonda bir robot gördünüz mü, ben çok sevdim koca kafasını demek istiyorum... R2D2'dan bile çok hem de..
Şu malum uzay otobanından söz edip bir sabah uyandığınızda başınıza gelebilecekleri anlatmak istiyorum. Bürokrasinin galaksiye nasıl yayıldığından, otobanın geçeceği yoldaki dünyanın patlatıldığından, oradan uzaylı arkadaşı Ford Prefect sayesinde kurtulan Arthur Dent'ten bahsetmek istiyorum... Olayları Douglas Adams'ın mantık örgüsüne göre ve sırasıyla anlatmak istiyorum.. "Mantık bulabilirseniz eğer" diyenlere de elbette MANTIK diye çıkışmak...
İnsanların yer kürede yaşayan üçüncü zeki ırk oluğunu, ikincisinin yunuslar ve birincisinin fareler olduğuna ne kadar da şaşırdığımı söylemek istiyorum. Oysa ben filler olabileceğini düşünürdüm hep.
Altın kalp'ten ve Vogonlardan söz etmek istiyorum. Dünyanın en kötü şairinin şiirini dinlediğinizde ölebileceğiniz bir galaksiden, her otostopçunun sahip olması gereken galasice ünlü şu rehberden, 'otostopçunun galaksi rehberi'nden ve orada dünya ve olası durumlarla ilgili yazılanlardan söz etmek istiyorum. Mesela biliyor musunuz dünya sayfası açıldığında yazan 'çoğunlukla zararsız' yazısından ve rehberin kapağında yazan 'panik yapma' uyarısından söz etmek istiyorum.
Bir otostopçunun rehberden sonra olmazsa olmaz ikinci şeyi nedir diye sormak, aldığım cevaplardan en saçma olanından saçmasına bile gülüp geçmek istiyorum. 'Havlu' cevabını verdiğimde yüzünüzün aldığı ifadeyi görmek, yunuslar yer yüzünü terk ederken ne hissedildiği hakkında ahkam kesmek istiyorum...
O rehberi ben de istiyorum, Altın Kalp'le seyahat etmek bir süre, sonra baş parmağımı kaldırıp...
Zaphod Beeblebrox gibi bir adamın galaksi başkanı oluşuna şaşırmak, ve bunu anlatabilmek istiyorum..
Olmuyor ama. İçeriklerden fazla söz etmemeliyim çünkü..
Öyleyse ben de bu serinin dünyayı nasıl değiştirdiğinden bahsedebilmeliyim değil mi?
Seri kitap olarak basılmadan önce Adams'ın bir radyo programında başlamış daha sonra Adams'ın kendisi tarafından çizgi film, televizyon dizisi, kitap serisi hatta havlu olarak uyarlanmış. İngilizlerin hangi kafayla yaşadığını ve dünyayı nasıl bir gözle görüğünü gerçekten çok merak ediyorum. Hayata ve edebiyata bakışları gerçekten hayranlık uyandırıcı.
Adams da ayrı bir hayranlık yaratıyor insanda tabi ki. Otostop çektiği zamanlardan birinde barınacak yer bulamadığı bir gece yıldızları izlerken geliyor aklına ilk kez bu fikir ve galakside olabilecek şeyleri kendi hayal dünyası ve kendi mantık dizilimiyle kurmaya başlıyor.. Kurduğu bu galaksi o kadar gerçeküstü ve bir o kadar da dünyaya dair izler taşıyor ki, reddetmeye yürek gerek gerçekten de.
Galaksiler arası ilişkiler bariz bir şekilde dünyada olup bitenlerle örtüşüyor. Bir sabah evinizin üzerinden otoyol geçeceğini söyleyerek yıkıma gelen ekipler, dünyayı patlatmaya gelen Vogonlardan hiç farklı görünmüyor..
Ayrıca üstüne kafa patlatılan, bulunan bireysel cevapları bir türlü kimseyi tatmin etmeyen o en mühim soruya cevap buluyor seri..
"Hayatın, evrenin ve her şeyin anlamı" sorusunun cevabı 42. 42 mi? Evet evet 42. Peki soru neydi? Seri soruyu da arayarak devam ediyor mantıksızlıklar yumağı gibi görünen mantığına...
Google'a "answer to the ultimate question of life the universe and everything" yazdığınızda aldığınız cevap da 42 hatta...
Bu arada söylemeden edemeyeceğim, benim ilk okuduğum kitap için isim çevirisi Bu şekilde yapılmıştı. Serinin son üç kitabı için Kabalcı'nın beşlemesini aldım, onun adı "Otostopçunun Galaksi Rehberi" diye geçiyordu. Güzel de bir çeviriydi..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)