30 Ekim 2014 Perşembe

Dr. Moreau'nun Adası - Herbert George Wells

Çeviri: Ali Kaftan
1894 nedir ya? 1894 tarihinde Wells kitabı yazmış, dimağımıza sunmuş, üstünden 120 sene geçmiş. Dönemin garip eleştirileriyle hem bugüne referanslar taşıyan hem 1000 yıl öncesini hatırlatan bir kült.  Wells bence kitaptaki doktordur, doktor tanrı, ucubeler biz, soru da "Baba biz neyiz?"den ziyade "Baba sen nesin!"dir.
Karışık oldu başlangıç. Toparlayayım.
Edward Prendick denen bir adam, geçirdiği bir gemi kazasının ardından Dr. Moreau isimli bir bilim insanıyla aynı adaya düşer ve olaylar gelişir... Başlarda çok bir şey anlamayan Ed, zamanla insanlar üzerinde işkence yapıldığı fikrine kapılır. Ardından insanların hayvanlaştırılıp yeni bir köle ırk yaratıldığını falan zanneder. Oysa gerçekte olan doktorun (doktor dedikçe Doktor Who'yu hatırlamadan geçemiyorum :) insan DNA'sıyla çeşitli hayvanları eşleyerek hayvanları insanlaştırma çabası - daha da derinde Tanrı ve Kulları karmaşası yaşanmaktadır. Kitabın yazıldığı dönemde okuduğum kadarıyla bilimdeki hızlı gelişim ve bu gelişmeyi müteakip çılgın doktorların çılgın deneylerine, toplumdan dışlanmışlıkla.....
Tamamlayamadım. Bir kaç ay önce tam da yukarıdaki haliyle yarım bıraktığım bir yazı ve nasıl devam ettireceğime dair en ufak bir fikrim yok son cümleyi...
Anlatmaya çalıştığım şeyi yeniden ele alayım en iyisi; kitabın yazıldığı dönemde bilimde hızlı gelişmeler oluyormuş. Doktorlar insanların ahlaki olarak hazır olmadığı deneylere kalkışıyor ve yakalanırlarsa cezalandırıyorlarmış. Bu yüzden gizli saklı yürüyen bir de gizli bilimsel gelişimler tarihi mevcutmuş. Dr. Moreau'da o çılgın doktorlardan birisi ve yaptığı deneyi bir adada gözlerden uzak ve büyük bir gizlilikle icra ediyor. Pek misafir havasında olduğu da söylenemez çünkü adada kendi tanrısallığını deneyimlerken tanımadığı bir gözlemci çok da hayırlara vesile olur gibi görünmüyor zaten.
Ed adaya geldiğinde başlarda dışlanıyor zamanla kabulleniliyor ve sonunda neler döndüğünü öğrenecek kadar alışıyor yeni hayatına.
Yeni hayatındaki komşuları Moreau'nun çeşiti kanunlarıyla yaşamaya alışmış, yerleşik hayata geçerek, evlerde insani tavırlar sergilemeye başlamış ancak hala bir çeşit vahşiliği bastırma çabasında bulunan "yaratı"lar. Bu yaratılar "yeni gelen misafirin varlığı" değişkeni eklenince hayatlarına, sorgulamaya başlıyorlar ve ilk emir olan "öldürmeyeceksin"i, ardından da "dört ayak üstüne eğilmeyeceksin"i çiğniyorlar. Sonra da şimdiye kadar bastırdıkları bütün güdüler gün yüzüne çıkıyor elbette. İlk yaptıkları eylem de yaratıcı tanrılarına, kendilerine yaptıklarının hesabını sormak ve ilahi adaleti sağlamak oluyor.
Kahramanımız Ed. bir süre yaratılarla birlikte yaşamaya çalışıyor, uyum sağladığını bile hissediyor ancak sonunda kendisini denize atarak mucizevi bir şekilde kurtulmayı başarıyor. Kitabın sonlarında yapılan konuşma ve sorgulamalar gerçekten okumaya değer.
Tavsiyeye gelince, filmini izlemedim lakin kitap kesinlikle okumaya değer. Hatta aylar olmuştu ya okuyalı, tekrar okuyasım geldi hazır hamilelikte yaratım sürecini deneyimlemekteyken... Kim bilir şu tanrısallığı bir de ben tadarım belki -milyarlarca insan ve hayvanın milyarlarca kez yaptığı şeyi bir kez de ben yapıyorum ya, mucize gerçekleşiyor bedenimde kim bilir kaç milyarıncı defa :) Bu kadar basit değil tabi, anlatıldığı kadar karmaşık da değil ayrıca..

25 Mart 2014 Salı

Küçük Prens- Antoine de Saint-Exupery

Çeviri: Sumru Ağıryürüyen
Sahra çölüne uçağı düşen ve burada karşılaştığı bir çocuğu anlatan romancının efsane kitabı. Şizofrenik izler taşıyan kitaba hayran olamamak mümkün değil kanımca.
Yıllarca adını duyarak ve merakla geçti zamanım. Küçükken ufacıkken bir tv kanalında çizgi filmine rastlamıştım, başlarda okudum sayıyordum kitabı izlediğim için. Ergenlik sırasında okumanın izlemekten ne kadar da farklı olduğunu kavramaya başlamıştım. Önceliği Martı’ya verdim her on yedilik gibi. Sonra bir ara da Şeker Portakalı girdi hayatıma. Küçük Prens zaman zaman hatırladığım ama bir türlü almaya kıyamadığım yerini korudu yıllarca. Son on yıl içinde de birkaç hamlem oldu lakin tesadüf bu ya, her almaya karar verişimde “taze bitti”lerle karşılaştım.
Ha unutmadan bir de dayım var benim. O önermişti yıllar evvel, hala “hayran olduğum adamlar” kadrosunda yerini koruyorken. Sonra bir gün alıverdim eşimin hayret eder bakışları arasında. Okudum bir çırpıda. Evet, izlemekten çok başkaydı yıllar sonra.
Yazarın hayal gücüne hayran kalmamak mümkün değil, hele de -bir dönem de olsa- savaş pilotu olduğunu ve ölümün ellerinden öptüğünü düşünürsek.. Yo bu kadar kısır değil tabi ki bakışım, 1920lerde posta pilotu olarak hayatı gök yüzünde geçmiş yazarın. İkinci dünya savaşı sırasında da kaybolmuş uçağı. Büyük kayıp…
Hikayeye gelince, ilk yazıldığında 1000 sayfa kadarmış diye okudum bir yerden. Yazar gereksiz her şeyi eksilterek gün be gün biraz daha kısaltmış hikayeyi ta ki atılacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar. Kim bilir belki yaşasa daha da kısalacaktı. Ya da resimli anlatımlar kaybolacaktı, artacaktı.. Bir şeyler muhakkak farklılaşacaktı, olmadı. 
Hikaye demiştim… Bir küçük prensle karşılaşır yazar, ve başlar prens anlatmaya yalnızlıktan. Asteroid B-612’de yaşamaktadır küçük, bir çiçeği vardır kibirli ve güzel ve narin. Onu yapayalnız bırakıp seyahate başlar gezegen gezegen. Öyle yerlerden geçer ki, zaman öyle bir biter ki, heyecanla bir sonraki gezegende karşılaşacağı karakteri beklemeye başlarsınız okurken. Beni son zamanlarda en çok etkileyen fenerci oldu, Berkin’den sonra. Kadıköyde Berkin’i arayan fenerciyi gördükçe o geliyor aklıma, bir hüzün kaplıyor içimi. Demişlerdi zaten Berkin’e Küçük Prens diye, fenerci onu arıyor, benim içim dağlanıyor. …..
Hüzün yakışmadı şimdi, özür dilerim. Silemeyecek kadar da dürüst kalacağım yazdıklarımı, affedin.
Prensimizin bir bakıyorsunuz bir kralın tek başına olduğu krallığında tek kişilik halk oluyor, bir bakıyorsunuz yalnız bir sarhoşun unutmayı unutmak için içişine şahit oluyor, bir muhasebeci buluyor ya da bir fenerci. Küçük prens, ikinci dünya savaşında adı geçen bütün ülkeleri temsil eden gezegenlerde biraz zaman geçiriyor da diyebiliriz sanırım. 

Sonra Prensimiz, bizim pilota sevgiyi, sadakati ve dostluğu öğretiyor. Kibirli çiçeği kırmızı güle olan sevgisini bir tilkiden öğreniyor, sonra bir yılan onu gezegenine geri gönderiyor. Gerçekte olan geri dönebildiği mi, çiçeğini keçi mi yedi, yoksa küçük minnacık prens ölüp gitti mi pilotun kollarında? Her şeyi söylemek mümkün. Her gün, her şeyi söylemek mümkün. Bugün yerine ve çiçeğine sağ salim ulaştığını var sayıyorum, yarın belki başka bir son tasarlarım, bilmiyorum.. 

17 Mart 2014 Pazartesi

Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar

Olağan gibi görünen bir fantastik eser Puslu Kıtalar Atlası. Doğum günüm için gelen hediyelerimden biriydi kendileri. Hiç okumamıştım İhsan Oktay Anar. Cehalet işte, pek de durmadım üzerinde. Hatta alan arkadaş çok hevesliydi, tanışmanı istiyorum demişti bu adamla. Heyecanlanmıştım önce, sonra sıraya koyup unutmuştum başucumda.  O kadar yoğun okuyordum ki o dönemde, seri tüketime geçmiş gibiydim...
Sonra başladım; “ooo iyiymiş. Mistik demek. Hımmm. Uzun İhsan Efendi. Felsefe de varmış. Hımmm.. Eee, sonra?” gibi saçma sapan yorumlarla takılıyordum. Çok da fazla bir şey anlamıyordum galiba. Bu arada İstanbul’un eski versiyonlarından birisi vardı arka planda, o kadar çok eski İstanbul var ki hangisini daha çok sevem bilemem J  Şimdiye kadar fazlaca fantastik ya da bilim kurgu türünde yabancı yazar okudum ya, duyarsızlaşmışım galiba biraz da, İstanbul’u okumak bile uyandırmadı beni. Yazarı unuttum, o dünyaca ünlü kültlerden birini okur gibi davrandım bir süre sonra.
Bir düşün içinde bir adam Uzun İhsan Efendi, kimseler ona inanmasa da bir hayatı gerçek kılan. Tüm dünya ve insanları oğul ve savaşçılar, sokaktaki dilenci ve havadaki kuşu düşünmese İhsan Efendi… Beni hayal etmese biri bir yerde ya da ben düşlemesem bu gerçekliği?  Var olmak nedir ki aslında sonunda…  
Bir kitap geçer eline Uzun İhsan Efendi’nin. Rendekar var oluş ve düşlerle ilgili pek ilginç fikirler dökmüştür sayfalara. Uzun İhsan Efendi düşündüğü için kendi varlığını kanıtlayabilmektedir ya, başkalarını kanıtlayamamaktadır sonunda. Bir atlas hayali de vardır Efendinin. Atlasını gezerek oluşturamayacağından, düşlerine sorarak çizmeye başlar. Puslu Kıtalar Atlası der adına. Oğlu Bünyamin’i uzaklara lağımcılığa gönderirken tutuşturur oğulun eline. Dileği kendi macerasına çıkmasıdır oğlunun.
Bir de Efrasiyab denen Alibaz var Konstantiniye’de,  Uzun İhsan Efendiyi babası sayan. Yeniçeriler basıp da talan edince Efendinin hanesini, intikam yemini eden. Beyaz kumaş üzerine kırmızı bir çocuk elinden bayrak yapar, çocuklardan oluşan çetesiyle etrafı kasıp kavurur Efrasiyab..  Benim favori karakterim de kendisidir kitaptan.
Bünyamin’in macerası da ayrı bir romandır aslında lağımcılıkta. Kıyametin son alameti olan Mehdinin gelişini gösteren bir ayna, kıyametten kaçmak için zamanda geriye gitmeyi tasarlayan bir Ebrehe. Bir siyah para boşluktan üremiş.
Neresinden tutsan anlatılır gibi değil öyle kısaca. Uzun uzun okumak lazım bir kere daha. (Bu arada cümlelere çok fazla kafiye sıkışmaya başladı. Dönüp dönüp düzeltir oldum. Ne ola ki bugünkü dilin sebebi?)

Ha unutmadan, bir arkadaşla konuşurken “İhsan Oktay Anar hiç okumadım, yorum yapamam ama…” diye başlayan bir cümlenin ardından “e orda Puslu Kıtalar Atlası var ya” diye rafın birindeki kitap yığınını göstermesi vesile oldu benim evimde, bu yazıyı yazmama. Hatta utanmadan –öyle derin unutmuşum ki kitabın yazarını ve kitabı hatta- şöyle devam ettim konuşmaya, “ha, o mu, okumadım galiba..” Sonra akşam bitti. Neymiş bu kitap ya diye aldım elime ve ne alayım… Bir anda her yanımı sardı hikaye, bir anda ben oldum sanki Puslu Kıta ve kıyaslamalar geldi, cümleler geldi, rüyalar geldi. Ben düşündüğüm için mi vardı dünya, biri düşündüğü için mi var oldum ben?
Bir kez daha okumalı bu kitabı, şimdi daha bi çekti canım. Bu kez anlayabilecek miyim emin olmasam da o anlaşılmayanın arasında kalan kırıntılar bile bi garip tat bırakıyor insanın fikrinde.  Bu kez hatırlayabilecek miyim acaba? Unutmamak için yazıyorum ya işte buraya da J

Tavsiye: Absolutely maaaan!

6 Mart 2014 Perşembe

Karanlığı Taramak - Philip K. Dick

Çeviri: Mehmet Ada Öztekin
Tam da bütün bilimkurgular aynı mı gidecek derken edindiğim bir kitap Karanlığı Taramak. Klasik kurgudan sıkılmaya başlamışken enteresan bir başlangıç oldu benim için ve neden kurgu bilimi bu kadar sevip önemsediğimi hatırlayıverdim.
Uyuşturucuyla örülü bir dünyadan söz ediyor yazar. Anladığım kadarıyla yazar iken kendi deneyimlerinden de faydalanmış bolca.. Fantastik bir dünyayı eğrisiyle, doğrusuyla betimlemiş. Merak edilen her şeye bir yanıt vermiş. Klasik ‘uyuşturucu kötüdür’ tavırlarında değil, güzellemelerinin sonuçlarını gördükçe içselleştiriyorsun süreci ve farkında olmadan istediğin hayatın bu olmadığına kanaat getiriyorsun.  Gizemini yitiriyor uçan kafalar, dünyanın anlamına böyle haiz olunmadığını görüyorsun usul usul. İçene duyduğun öfke de diniyor derinde, hiç denemediğin için  -için için- duyduğun merak da hafifliyor gittikçe.. Yani sıkıcı. Sonuçları diyorum, sıkıcı. Dokunulmamış bir alanın fahişeliğine tanıklık ediyorsun. Beyninden vurulmuşa dönmüyorsun da, sarsılıyorsun ufaktan.
Kitaba gelince;
Her zamanki gibi bir kahramanımız var olayların etrafında döndüğü -karanlık ve daha az karanlıkta yaşayan. Gizli görevle, uyuşturucu kullanılan ortamlara tamamen adapte olan bir sürü avcıdan sadece birisi. İki başlı bir hayatın tam ortasında kalan, iyi mi kötü mü olduğundan habersiz. Hangisi iyi, hangisi kötü aslında, bu da tartışmaya açılıyor galiba. Bilim kurgu burada giriyor devreye, gelişmiş bir teknoloji sayesinde ajanlık yaparken tanınamayacakları bir kamuflajları mevcut, gerçekte neye benzediklerini hiç kimse bilmiyor operasyondan. İki başlı bir hayat; karanlık ve daha az karanlık olan…
İronik olana gelince, kılık değiştirdikleri zaman gerçekte olmaları gereken kişiyi oynuyor, kendi kimliklerini de oyun zamanı kullanıyorlar. Gerçek ve sahte öyle ağır bir yer değişimi yaşıyor ki, gurbet nere sıla nere bilemiyorlar eskilerin tabiriyle. Bir de üstüne uyuşturucunun beyin üzerindeki kalıcı tesirleri ortaya çıkmaya başlıyor ufaktan. Vakitlice fark edebilirse ne ala, bizimki fark edemiyor bile, operasyondakiler alıyorlar görevden ve içeri girenin sır olduğu rehabilitasyon merkezlerinden birine yerleştiriyorlar. Hayat oracıkta duruveriyor, ayakta kalabilmek için orada bulunmaktan başka da çaresi kalmıyor insanın. Oysa aşka düşmüş yeniden, ergenler gibi heyecanlı ve korkakken… Duruyor zaman, ölüyor dünya. Şizofrenik bir bunalım halinde tutunuyor –tutunamıyor hayata..

Bir kayboluş hikayesi aslında, tercihler bilinçli yapılıyor, amaç kötü değilken hayat feda oluyor. Son zamanlarda okuduğum en iyi bilimkurgulardan biriydi evet, en karanlık kitaplardan da biri diyebilirim ayrıca. Tavsiye mi? Okuyun elbette, okuyun, okutun. Düşünün üstüne, sadece uyuşturucudan söz etmiyor irdelendiğinde. İnsan üzerine yazılmış derin bir kitap bu elimde tuttuğum, fantastik, psikolojik ve hatta felsefik diyebilirim J Öyle.

25 Ekim 2013 Cuma

Üç aynalı Kırk Oda - Murathan Mungan

Yıllar evvel "Yüksek Topuklar" kitabıyla tanışmıştım Murathan Munganla. Bir kadını anlatıyordu, bir kadın ve bir kız çocuğunu. Küçük kadın demeli aslında adına. Kadına dair bu kadar doğru yönlü çözümlemeden çok etkilenmiştim açıkçası..

Geçenlerde evde tek başıma otururken. İzleyecek dizi kalmamışken online sitelerde ya da bulamamışken ben, kitap satış sitelerine dalayım dedim. O geldi aklıma, Murathan Mungan. Okumak istedim yeniden, bu kez okumadıklarımdan. Üç Aynalı Kırk Oda ve bir kaç tane daha aslında. Bir kaç şiir kitabı, bir kaç roman listeledim sepete. Ev alacağız demiştik, para harcamayacaktık aslında bir süre. Girdim kart bilgilerini, bir kaç gün sonra elimdeydi kitaplar. Üç aynalı Kırk Oda. Nedense 'ayna'nın a'sını küçük yazıyorum ikidir. İlkinde düzelttimdi ya, bu kez elim varmadı, bir sebebi olmalı :)

Üç hikaye aslında elimdeki, üç büyük roman gibi. Sanırım hikaye ve roman arasındaki farkı asla anlayamayacağım ben, cehaletim baki kalacak okudukça... Okudukça yaralandım bu hikayeleri, okudukça...

Alice Harikalar Diyarında, Aynalı Pastane ve Gece Elbisesi isimli üç hikaye. Her hikayeye teker teker değinmek gerek. Lakin benim içimden geçen kimisine daha çok, kimisine daha az değinmek...

Neyse. İlki en az etkilendiğimdi sanırım. Bilimkurgu ve aşkı birleştiren, hayaller ve gerçeklenenler üzerine, hayata dair elde edilebilecek hiç bir şeyi kalmamış bir kül kedisi hikayesinden hayatın dışına taşan bir aşk ve kavuşamamak öyküsüne... Garipti. Etkileyiciydi ama ben değildi. Aslında okuduklarımın hiç biri ben değildi de, o role en az bürünebildiğimdi.

Sonra ikincisi geldi. Kalabalıklarda kaybolmaya dairdi biraz. Biraz İstanbuldu. Biraz zamandı. Öyle bir kavuşmaydı ki İstanbulla, belki de beni en çok etkileyen de bu oldu. Kadına ve erkeğe dair çok şey vardı. Hüzün ve duygu yoksunluğu biraz. Biraz da yine aşk. Beni en çok etkileyen aynalardan geçilen zamanlar oldu sanırım. İstanbulun her döneminde geçiyordu hikaye. Her döneminde iş yapan bir kadın ve onun yol göstericisi, bir pezevenk. Böyle sınırlamak, böyle söylemek biraz hakaret gibi kaçıyor aslında, adamın yaptığı zamana hükmetmek ve hükmederken insanları mutlu etmekti daha çok. Sonra ben en çok İstanbul olduğumu hissettim bu hikayede. İstanbul olmak istedim. Aynalarda kaybolan bir kadın vardı sonra. Geçmişine, doğduğu zamana, olduğu aynalı pastaneye gitmeye çalışırken hapsolan bir kadın vardı aynada. Bir de ben, İstanbul...

Üçüncüsü de bir kadını anlatıyordu. Erkek bedenine hapsolmuş bir kadın. Daha doğarken kaçmaya çalışmış ve zoraki bir kurtuluşla asla kendisi olamamış... Sonra bir ara bir sihir gerçekleşmiş, adam başka bir bedende İstanbulda uyanmış ve yine İstanbul ya, o bedende ölümü tatmış...

Kayıpların hikayeleri "Üç aynalı Kırk Oda". Zamana ve mekana hükmeden, yokluğu ve yoksunluğu, içindeki kayboluşları anlatan hikayelerin kitabı. Olmak isteyip de olamadıklarını ve pişmanlıklarını anlatan bir üçleme...
Kesinlikle okunmalı bir kitap. Lakin okundukça depresyondan da kaçınmalı, öyle ya, sadece kitap!

16 Ağustos 2013 Cuma

Karakter Aşınması - Richard Sennet

Çeviri: Barış Yıldırım
Benimle çok da ilgisi olmayan sıkıcı bir kitap demek isterdim bu kitap için.. Hatta okumak için ödünç aldığım nadir kitaplardan biri olsa da hiiiiç sevmedim diyebilirdim.  Muhtemelen bir kaç yıl önce ödünç aldığımda ve yarım bırakıp bir başkasına ödünç verdiğimde bu kitaptan vazgeçmeliydim. Geçmedim, hatta kitabı bitirince fark ettim ki, o zaman da yarım bırakmamışım lakin doğru zaman değilmiş belli ki anlamak için.

Kim bilir kaç yıl önce kendisinden ödünç aldığım 'beyaz yaka'lardan bir arkadaşım çok övmüştü kitabı. Onun beğenilerine çok güvenirim, hevesle aldım. Okumaya başladım ve dedim benim kaygılarıma çok uzak bu kitap.. İçselleştiremedim bir türlü. Utancımdan geri de veremedim Verdiğimde sohbeti geçecekti, ne diyecektim? Bekledim…

'Beyaz yaka' familyasından bir başka arkadaş istedi bir süre sonra kitabı. Bir yılı geçkin de onda kaldı küçük gri kitapcık... Geri verdiğinde hiç konuşmadık hakkında. Okuyup okumadığından bile emin olamadım ya kendisini az tanıyorsam okumuştur, kolay kolay yarım bırakmaz eline aldığı şeyi -ki o şey bir kitapsa asla-.

Sonra gri sıkıcı kitap bir valize bilimkurgu ve fantastik kitapların arasına sıkıştı bir şekilde. Tatil uzayıp bütün kitaplar bitince çaresiz aldım elime. Aynı sıkıntılı ve anlamsız bakışlarla okumaya başladım ki ne bulayım, sandığım kadar da sıkıcı değilmiş ya bu kitap! Hatta son zamanlarda sıkça hakkında konuştuğumuz konularla o kadar ilgiliymiş ki..

Nasıl bir kafayla okumuştum acaba ilk aldığımda? Hele ki o zamanlar özel sektörün göbeğinden yenice kopmuş idim lakin eşim ve bütün arkadaşlarım o habitatın içinde familyalarının genlerini çözmeye çalışıyordular. Yeniydiler, toydular, çocuktular :)

Ben o sayfayı artık kapadığım için mi ilgilenmemiştim acaba? Oysa öğretmenlikten önce yaptığım iş, hayatımın en eğlenceli işiydi. Havalimanında Operasyoncu idim. Detaya gerek yok, ops derlerdi bize, uçağın altı üstü, salonların bilmem nesi, padişah pilotun nezaketi ya da buyrukları.. Hostu hostesi, yolcusu, işçisi, polisi, güvenliği falanı filanı.. Tam da şu kitapta geçen 'esneklik' ilkesine göre yaşadığım bir işti. Saydıklarımın hepsi bizden geçerdi, şu hani ilkokul matematik defterlerinde bir sürü kümenin kesiştiği bi küçücük kırmızıya taralı alan olur ya. İşte orada ops durur idi kanımca. Günün her saati operasyon olabilirdi, her saat gelip seni evden alabilirlerdi. Seve seve keyifle gidilmezdi elbette lakin gidilince hep eğlenilirdi. Ayrıca kitapta bahsi geçen bir çok şeyi derinlemesine yaşama fırsatı bulduğum da bir işti kendileri. Okul bitince bıraktım, biraz da sıkılmıştım sanırım. Küçük şehirlerde büyük şirketlerin kolları biraz da gross marketlerin mahallede bakkal şubeleri gibi işliyor galiba. İyi anlamda değil ama, karşıdaki oto tamirci asılıyor mesela :-P

Kitaptan söz edeyim artık, çok uzadı yine giriş galiba.

Yazar geçmişte yaptığı sosyolojik araştırmalar ve yapılan başka araştırmalara dair incelemelerinden yola çıkarak işin kişiliğimiz üzerindeki sürekli değişen etkisini anlatıyor aslında özetle. Hatta değişen dünyanın savaşlardan ve hastalıklardan daha çok kapital yoluyla –bizim tarafımıza yansıyan kısmı da iş olunca- şekillendiğini ve bu şekillenmenin bizleri bir yerde “ahlaksızlaştırdığını” anlatıyor biraz da.

Bunu yaparken kapağında yazdığı gibi yeni kapitalizmden ve karakterlerimizi nasıl etkilediğinden söz etmekle kalmıyor, geçmiş iş ahlakı, düzeni ve şekliyle ilgili de detaylı bilgiler vererek kıyaslama şansı da tanıyor. Esnek ve istikrarsız yeni iş düzenininden söz ederken şu sıralar doğru ve iyi olduğunu düşündüğümüz bazı kavramların aslında neyi temsil ettiğini açıkça yüzümüze vuruyor hatta.

Spontane kişilerin hayatları üzerinden verilen örneklerle şekillenmiş olduğu için algılamak da kolaylaşıyor garip teknik terimleri.

İşin evde yapıldığı zamanlardan -kalfa ve çırakların ustanın evinde yaşadığı, beraber yeyip içtiği zamanlardan-, şehir dışında kurulan fabrikalara geçişi ve dahası o fabrikalarda oluşmaya başlayan mavi yaka - beyaz yaka ayrımı ve zorluklarını, her ikisinin de günümüzde hangi durumlara sıkıştırıldığını ve bu durumun gerçekte kimin hayrına işlediğini kayda değer örneklerle betimliyor.

Sadece 'tu kaka kapitalizm' demiyor elbette. Neden ve nasıl bu duruma gelindiğinin, eski güvenlikli ve birikim üzerine kurulu dünyanın, nasıl risklerle dolu ve ön görülemez bir hal aldığının kısa bir özeti gibi.

Yapılan iş ve iş yapılırken kurulan ilişkilerin yüzeyselleşmesinden tutun da, komşuluk ilişkilerine kadar yansıyan sığlıklardan öyle derinlemesine ve sert bir dille -aslında sert değil de gerçekçi diyelim biz ona- bahsediyor ki... Verdiği örnek karakterlerin yerine koyuyorsunuz kendinizi, yaşı ilerlemiş ve hayattan sıkılmış bir bar sahibinin  nasıl reklam işine girdiğini ve bir yıl dayanamayıp bıraktığı yerden barına nasıl döndüğünü yaşıyorsunuz. O barı kendi barınız gibi özlüyorsunuz.. Bazen de bilmem kaç şehir ve iş değiştirmiş, hala genç olduğu halde içinin geçtiğini ve zamana yetişemediğini düşünen başarılı lakin bunun farkına varamayan bir mühendis oluyorsunuz. İşiniz ya da konumunuz her ne olursa olsun neden tatmin olamadığınızı bir anda kavrayıveriyorsunuz...

Modern kapitalizmin iş yönetimi anlayışıyla ilgili -uzun zamandır üzerine düşündüğüm bir konuya dair bir paragraf vardı ki aktarmadan geçmeyeceğim- çok önemli tespitlerden biri de şu kitapta;

            Takım çalışması masallarının yüzeyselliğinin insanları belirli bir biçimde baskı altına aldığı ortada. Montaj hattında arabaların son hızla ilerlemesi için işçileri kırbaçlayan patronun yerini takımdaki diğer çalışanlardan gelen baskı alıyor. Çalışanların işbirliği yaptığı masalı, şirketin doymak bilmez üretkenlik artırma çabasına hizmet ediyor.

Evet özel sektörde iş görüp de “takım çalışması” kavramını duymayan, bir “ekip lideri”ne sahip olmayan yoktur herhalde. Bu ilişkilerde hep yanlış bir şeyler vardır ama herkesin iyi niyetli olduğu ön bilgisinden yola çıkarak ters giden şeyin ne olduğu hep merak edilegelmiştir diye düşünüyorum. Ben şahsen cevabıma yukarıdaki cümle ve devamında gelen tespit ve yorumlarla kavuşmuş bulunuyorum.

Ayrıca lider ya da yönetici konumunda bulunanların garip bir durumu daha dikkatimi çekiyordu, sorumluluk almamak. Hatta sorumluluk alacak birini bulmak bir mesele halini almıştı sanırım. Hep bir üstten geliyordu talepler ya da şikayetler, ona da bir üstten ve üstten. Bill Gates’in Microsoft Türkiye’de çalışan Ayşe ile ne sorunu olabilirdi ki acaba? Bunu da bir başka paragraf açıkladı;

            Bir işten çıkarma süreci sırasında bir yöneticinin yorumu da şöyle idi "Hepimiz zaman ve mekanın kurbanlarıyız.".  Eğer sürecin sorumlu öznesi "değişim" olursa ve herkesin onun "kurban"ı olduğu ilan edilirse, hiç kimse sorumlu tutulamaz ve otorite ortadan kaybolur.

Kitap bu gibi tespitlerle çok açıklayıcı niteliklere sahip. Okumak size iyi gelecek mi, bilmiyorum. Okuyup depresyonunuzu arttırma olasılığı da var elbette. “Ne kadar az bilirsem o kadar az incinirim”cilerdenseniz, okumayın sakın. Nasıl sömürüldüğümüzü öğrenmeye ihtiyacımız yok diyorsanız, bırakın gitsin.
Lakin “bileyim, bildikçe tepki koyabilirim, kalkanımı güçlendirir gardımı alırım mutluluğa dair” diyebilecek kadar güçlüyseniz, sakın atlamayın okuyun bu kitabı.

Ben de artık okuduğuma göre asıl sahibine iade edeyim ve üzerine uzun uzun tartışalım.
Saygılar…


15 Ağustos 2013 Perşembe

Silmarillion - J.R.R Tolkein

Çeviri: 
Anlatmaya başlarken Shine filminde tanıdığım David Helfgott görüntüleri geliyor aklıma.. Onun hani şu sevindiğinde çocuksu diyebileceğimiz bir içtenlikle "oooovvv ovvv" diye cümleye başlaması var ya. Kahkahaları sonra. Onun gibi sevinerek başlamak istiyorum cümlelere, içten gelen bir sevinçle. Nasıl yapılır bilmiyorum ama, o hisler nasıl anlatılır bilmiyorum.

Kitabı çok geç okudum, utanarak söylüyorum ki Yüzüklerin Efendisi ya da Hobbit'i okumadım bile. Lakin Yüzüklerin Efendisini herhalde 10 kez falan zevkle izlemişimdir. En son da kesilmemiş versiyonunu Torrent sitelerinde bulup bir gece ve bir gündüzü ona vermiştim...
Yok bunu söylemek çok utandırıyor, söylemese miydim acaba? Dürüst olmalı ama :-/

Neyse Silmarillion'u kitapçıda gördüğümde almadan geçemedim yine. Yanında aldığım bir sürü başka türlü kitabı bunun öncesinde okudum çünkü korkuyordum.. Bir ara aldım elime, başladım cümlelere..

Ainur'un müziği yankılandı kulaklarımda. Önce anlayamadım. O kadar ağırdı ki müziği okumaya çalışmak.
Düşünün ki yazması ne kadar zor olmuştur kim bilir. Sonra bıraktım kitabı. Sehpada kaldı bir süre ayracı bile durmadan içinde. Bri gece sarhoş ve dost bir elin devirdiği bir çeşit Çin rakısında ıslandı, günlerce kurumadı,
sayfaları büzüşüp yıllandı bir kaç haftada. Sehpada güvenliği sağlanamayınca duvar ünitesinin en üstüne kaldırıldı.

Yaz geldi sonra, valize istiflendi. Akdenizin sıcacık havasında, bir çadırın gölgesinde çıktı valizden.. Sessizce açıldı kapağı ve müzik yankılanmaya başladı dalga seslerinin yanında..

Eru önce Ainur'u yarattı, Ainurun her birine bir meziyet verdi ve bir hayale sürdü onları. Hayalin ardından Ea'yı yarattı sonra da Ardayı. Ainurun müziği de yarattı dağları ve denizleri ve göğü ve yıldızları. İlk çağı başladı dünyanın. Ainurun içinde bir Melkor vardı, her bir Ainur'un gücünden biraz almıştı. En güçlüleri ve  tek hasetleriydi Melkor. Bir de Manwe vardı, Melkor'un kardeşi. Ainur'un söz önderiydi, güçlüydü ve bilgeydi. Tüm Ainur ve yardımcıları Maiar indi Arda'ya. Bedenlendiler Arda'da. Ainur'a ve Maiar'a da satırlar ayırmak gerek aslında...

İlk yaratılanlar geldi sonra. Onlar iyilik ve güzellik ve bilgelik ve estetikle donatılmışlardı. Elf dediler adına. İlk yaratılanlardan olmayı istedim ben de. Hem de on yüz bin milyon kere...

Melkor da gelmişti Ainurla ve büyük savaşlar başladı yaratılan cennette, Melkor yenildi ve kapatıldı derine. Yok edilmedi, pişman olması beklendi ancak Melkor bir kez kötülük tohumlarını ekmişti Ardaya. Sonra bitti ilk çağ ve Orta Dünya hikayesi başladı Elflerin erdemi ve becerisi ve ardından isyanıyla. Melkor ve onun
Maiar'ı Sauron ekmişti kötülük tohumlarını Elflerin içine.

Feanor vardı Elflerin en güçlüsü, en beceriklisi. Üç tane Silmaril yaratmıştı Ardayı aydınlatan. Silmariller çalınınca başladı Elf isyanları ve Orta Dünyaya sürgünler ve ölümler...

Ainur Sonradan doğanlar olarak insanları tasarlamıştı bir de. Onların gelişi Elf soyunun bitişine denk gelecekti.
İnsanlar geldi, Elfler onları sevdi ve korudu ve birlikte savaştılar uzun yıllar boyunca. Elfler ölümsüzlükle lanetlenmiş, insanlar ölümle ödüllendirilmişti belki de. İnsan soyunda da Elf soyunda da iyiler ve kötüler oldu.
Melkor ve Sauronun kötülük tohumları ekilmişti bir kere.

Yüzyıllar ve bin yıllar geçti. Değişim ve savaşlar gerçekleşti. Silmariller ve Melkor sorunları çözüldü, Sauronun güç yüzükleri geldi üçüncü çağda. O da zaten bildik büyük hikaye...

Silmarillion, Tolkein'in bütün o romanlarının temellendirildiği evreni ve onun hikayesini anlatıyor. Güç Yüzükleri tüm bu örüntü içinde öyle küçük bir yer kaplıyor ki... Keşke diyor insan Tolkein ölmeseydi
ve sonsuza kadar bize o dünyadan bahsetseydi...

Yüzüklerin Efendisi'nde tanıdığımız bütün karakterlerin yaratılışı ve aile geçmişleri ve kim oldukları ve neden değerli oldukları da anlatılıyor kitapta. Hatırladığım, kitapta ufak bir yerde adı geçen Galadriel var mesela, ya da Yarı Elf Elrond'un doğumu ve geçmişindeki o büyük hikaye... Aragorn'un kim olduğu ve hatta Beş büyücüden Sauron ve Gandalf'ın hikayeleri. Gandalf ve Galadriel arasındaki tanışıklık ve Gandalf'ın
Maiar'dan sadece biri olduğu...

Silmarillion'da sanırım en köklü hikayelerden biri de Beren ile Luthien'e dair olandı. İnsan kralın oğlu Beren ve Elf kralın kızı ve "gelmiş geçmiş en güzel olan" Luthien'in hikayesi.. Beren'in Luthien uğruna ölüme gidip gelişi
ve Luthien'in onu hiç bir zaman ve sebeple yalnız bırakmayışı.. Bir de onlara destek olan ilk doğanlarla yaratılmış, ilk çağlardan beri gözü gören kulağı duyan ve ölmeden üç kez dile geleceği tasarlanmış eşsiz köpek Huan elbette...

Daha anlatacak öyle çok hikaye var ki kitapta, bilmem daha kaç kez okumak gerekecek.. Silmarillion için baş ucu kitabı diyenler var, efsane diyenler var, kutsal diyenler var.. Ben ne desem bilemedim ama defalarca okunası, okudukça çoğalan bir kitap Silmarillion. Issız bir adada kalsam yanımda isterim kendilerini, üzerine düşünecek ve düşündükçe çoğalacak o kadar hikaye var ki içinde... İyi ki oğul Tolkein babasının mirasını toparlayıp bize sunmuş, olmasa eksik kalırdı sanki Arda...

Ve evet, tavsiye mi demiştiniz, 800 sayfa ve inanın ben en az ikinciyi okumaya kararlıyım, siz değerlendirin işte.