 |
Çeviri: Barış Yıldırım |
Benimle çok da ilgisi olmayan sıkıcı bir kitap demek
isterdim bu kitap için.. Hatta okumak için ödünç aldığım nadir kitaplardan biri
olsa da hiiiiç sevmedim diyebilirdim.
Muhtemelen bir kaç yıl önce ödünç aldığımda ve yarım bırakıp bir
başkasına ödünç verdiğimde bu kitaptan vazgeçmeliydim. Geçmedim, hatta kitabı bitirince fark ettim ki, o zaman da yarım bırakmamışım lakin doğru zaman değilmiş belli ki anlamak için.
Kim bilir kaç yıl önce kendisinden ödünç aldığım 'beyaz yaka'lardan bir arkadaşım çok övmüştü kitabı. Onun beğenilerine çok güvenirim, hevesle
aldım. Okumaya başladım ve dedim benim kaygılarıma çok uzak bu kitap..
İçselleştiremedim bir türlü. Utancımdan geri de veremedim Verdiğimde sohbeti
geçecekti, ne diyecektim? Bekledim…
'Beyaz yaka' familyasından bir başka arkadaş istedi bir süre sonra kitabı. Bir
yılı geçkin de onda kaldı küçük gri kitapcık... Geri verdiğinde hiç konuşmadık hakkında.
Okuyup okumadığından bile emin olamadım ya kendisini az tanıyorsam okumuştur, kolay kolay yarım bırakmaz eline aldığı şeyi -ki o şey bir kitapsa asla-.
Sonra gri sıkıcı kitap bir valize bilimkurgu ve fantastik kitapların arasına
sıkıştı bir şekilde. Tatil uzayıp bütün kitaplar bitince çaresiz aldım elime.
Aynı sıkıntılı ve anlamsız bakışlarla okumaya başladım ki ne bulayım, sandığım
kadar da sıkıcı değilmiş ya bu kitap! Hatta son zamanlarda sıkça hakkında
konuştuğumuz konularla o kadar ilgiliymiş ki..
Nasıl bir kafayla okumuştum acaba ilk aldığımda? Hele ki o zamanlar özel sektörün göbeğinden yenice kopmuş idim lakin eşim ve bütün arkadaşlarım o habitatın içinde familyalarının genlerini çözmeye çalışıyordular. Yeniydiler, toydular, çocuktular :)
Ben o sayfayı artık kapadığım için mi ilgilenmemiştim acaba? Oysa öğretmenlikten önce yaptığım iş, hayatımın en eğlenceli işiydi. Havalimanında Operasyoncu idim. Detaya gerek yok, ops derlerdi bize, uçağın altı üstü, salonların bilmem nesi, padişah pilotun nezaketi ya da buyrukları.. Hostu hostesi, yolcusu, işçisi, polisi, güvenliği falanı filanı.. Tam da şu kitapta geçen 'esneklik' ilkesine göre yaşadığım bir işti. Saydıklarımın hepsi bizden geçerdi, şu hani ilkokul matematik defterlerinde bir sürü kümenin kesiştiği bi küçücük kırmızıya taralı alan olur ya. İşte orada ops durur idi kanımca. Günün her saati operasyon olabilirdi, her saat gelip seni evden alabilirlerdi. Seve seve keyifle gidilmezdi elbette lakin gidilince hep eğlenilirdi. Ayrıca kitapta bahsi geçen bir çok şeyi derinlemesine yaşama fırsatı bulduğum da bir işti kendileri. Okul bitince bıraktım, biraz da sıkılmıştım sanırım. Küçük şehirlerde büyük şirketlerin kolları biraz da gross marketlerin mahallede bakkal şubeleri gibi işliyor galiba. İyi anlamda değil ama, karşıdaki oto tamirci asılıyor mesela :-P
Kitaptan söz edeyim artık, çok uzadı yine giriş galiba.
Yazar geçmişte yaptığı sosyolojik araştırmalar ve yapılan
başka araştırmalara dair incelemelerinden yola çıkarak işin kişiliğimiz
üzerindeki sürekli değişen etkisini anlatıyor aslında özetle. Hatta değişen
dünyanın savaşlardan ve hastalıklardan daha çok kapital yoluyla –bizim
tarafımıza yansıyan kısmı da iş olunca- şekillendiğini ve bu şekillenmenin
bizleri bir yerde “ahlaksızlaştırdığını” anlatıyor biraz da.
Bunu yaparken kapağında yazdığı gibi yeni kapitalizmden ve
karakterlerimizi nasıl etkilediğinden söz etmekle kalmıyor, geçmiş iş ahlakı,
düzeni ve şekliyle ilgili de detaylı bilgiler vererek kıyaslama şansı da tanıyor. Esnek ve istikrarsız yeni iş düzenininden söz ederken şu sıralar doğru ve iyi olduğunu düşündüğümüz bazı kavramların aslında neyi temsil ettiğini açıkça yüzümüze vuruyor hatta.
Spontane kişilerin hayatları üzerinden verilen örneklerle
şekillenmiş olduğu için algılamak da kolaylaşıyor garip teknik terimleri.
İşin evde yapıldığı zamanlardan -kalfa ve çırakların ustanın
evinde yaşadığı, beraber yeyip içtiği zamanlardan-, şehir dışında kurulan
fabrikalara geçişi ve dahası o fabrikalarda oluşmaya başlayan mavi yaka - beyaz
yaka ayrımı ve zorluklarını, her ikisinin de günümüzde hangi durumlara sıkıştırıldığını ve bu durumun gerçekte kimin
hayrına işlediğini kayda değer örneklerle betimliyor.
Sadece 'tu kaka kapitalizm' demiyor elbette. Neden ve nasıl
bu duruma gelindiğinin, eski güvenlikli ve birikim üzerine kurulu dünyanın,
nasıl risklerle dolu ve ön görülemez bir hal aldığının kısa bir özeti gibi.
Yapılan iş ve iş yapılırken kurulan ilişkilerin
yüzeyselleşmesinden tutun da, komşuluk ilişkilerine kadar yansıyan sığlıklardan
öyle derinlemesine ve sert bir dille -aslında sert değil de gerçekçi diyelim
biz ona- bahsediyor ki... Verdiği örnek karakterlerin yerine koyuyorsunuz
kendinizi, yaşı ilerlemiş ve hayattan sıkılmış bir bar sahibinin nasıl reklam işine girdiğini ve bir yıl
dayanamayıp bıraktığı yerden barına nasıl döndüğünü yaşıyorsunuz. O barı kendi
barınız gibi özlüyorsunuz.. Bazen de bilmem kaç şehir ve iş değiştirmiş, hala
genç olduğu halde içinin geçtiğini ve zamana yetişemediğini düşünen başarılı
lakin bunun farkına varamayan bir mühendis oluyorsunuz. İşiniz ya da konumunuz
her ne olursa olsun neden tatmin olamadığınızı bir anda kavrayıveriyorsunuz...
Modern kapitalizmin iş yönetimi anlayışıyla ilgili -uzun
zamandır üzerine düşündüğüm bir konuya dair bir paragraf vardı ki aktarmadan
geçmeyeceğim- çok önemli tespitlerden biri de şu kitapta;
Takım çalışması masallarının yüzeyselliğinin
insanları belirli bir biçimde baskı altına aldığı ortada. Montaj hattında
arabaların son hızla ilerlemesi için işçileri kırbaçlayan patronun yerini
takımdaki diğer çalışanlardan gelen baskı alıyor. Çalışanların işbirliği
yaptığı masalı, şirketin doymak bilmez üretkenlik artırma çabasına hizmet
ediyor.
Evet özel sektörde iş görüp de “takım çalışması” kavramını
duymayan, bir “ekip lideri”ne sahip olmayan yoktur herhalde. Bu ilişkilerde hep
yanlış bir şeyler vardır ama herkesin iyi niyetli olduğu ön bilgisinden yola
çıkarak ters giden şeyin ne olduğu hep merak edilegelmiştir diye düşünüyorum.
Ben şahsen cevabıma yukarıdaki cümle ve devamında gelen tespit ve yorumlarla kavuşmuş
bulunuyorum.
Ayrıca lider ya da yönetici konumunda bulunanların garip bir
durumu daha dikkatimi çekiyordu, sorumluluk almamak. Hatta sorumluluk alacak
birini bulmak bir mesele halini almıştı sanırım. Hep bir üstten geliyordu
talepler ya da şikayetler, ona da bir üstten ve üstten. Bill Gates’in Microsoft
Türkiye’de çalışan Ayşe ile ne sorunu olabilirdi ki acaba? Bunu da bir başka
paragraf açıkladı;
Bir işten çıkarma süreci sırasında bir
yöneticinin yorumu da şöyle idi "Hepimiz zaman ve mekanın
kurbanlarıyız.". Eğer sürecin
sorumlu öznesi "değişim" olursa ve herkesin onun "kurban"ı
olduğu ilan edilirse, hiç kimse sorumlu tutulamaz ve otorite ortadan kaybolur.
Kitap bu gibi tespitlerle çok açıklayıcı niteliklere sahip.
Okumak size iyi gelecek mi, bilmiyorum. Okuyup depresyonunuzu arttırma
olasılığı da var elbette. “Ne kadar az bilirsem o kadar az
incinirim”cilerdenseniz, okumayın sakın. Nasıl sömürüldüğümüzü öğrenmeye
ihtiyacımız yok diyorsanız, bırakın gitsin.
Lakin “bileyim, bildikçe tepki koyabilirim, kalkanımı
güçlendirir gardımı alırım mutluluğa dair” diyebilecek kadar güçlüyseniz, sakın
atlamayın okuyun bu kitabı.
Ben de artık okuduğuma göre asıl sahibine iade edeyim ve
üzerine uzun uzun tartışalım.
Saygılar…