29 Ağustos 2011 Pazartesi

Cahillikler Kitabı - John Lloyd, John Mitchinson

Çeviri: Cihan Aslı Filiz, Emre Ergüven
Bu kitap da hediye paketi içinde girdi kitaplığıma. Kitaplığımda en sevdiğim bölüm 'hediye gelenler' kısmı sanırım.

Öncelikle kapağı çekti dikkatimi. Çok eğlenceli tasarlanmış ve kitabın içindekilerle ilgili ipuçları barındırıyor. Kitaptaki cevapların, ilginç soruları. Soruları gördükçe cevaplar kafanızda beliriyor lakin kitabın adı 'cahillikler kitabı' olunca, bir 'acaba' beliriyor ister istemez. İçini açıp okumaya başlayınca da, daha ilk sorunun cevabında anlıyorsunuz: yanlış biliyormuşsunuz şimdiye kadar...

Sadece yanlış bildiklerimin doğrularını bulsam, basit bir soru-cevap teksiri olurdu kitap. Elbette o kadarla kalmıyor. Her cevabın nedenini ve daha önce hiç düşünme gereği bile duymadığım bilimsel gerçekleri barındırıyor. Yoğun bir araştırmanın ürünü olduğu o kadar belli ki. Her konuya dair bir 'doğru sandığımız mit' bulmak mevcut kitapta. Tarih kitaplarında ya da internette aradığımızda bile karşımıza o mit çıkıyor. Çok ilginç geliyor okudukça. Öyle, sürükleyici bir roman gibi değil. Bir sonraki mit ne acaba diye heyecandan ölmüyorsunuz elbette. Fırsat buldukça ya da yapacak bir şeyiniz olmadığında elinize alıp, bir kaç sayfa okuyup, bir kaç sayfa şaşırıp, sonra da bir daha ki sefere kadar unutulabilecek çerezlik bir kitap. 'Çerezlik' dedimse, yanlış anlaşılmasın, çerez gibi eğlenceli yani :)

Ayrıca herkesin yanlış bildiği bir konuda doğruyu bilmek de oldukça ego tatmin edici olmalı. Düşünsenize, kimsenin fikri olmayan konularda müthiş bir genel kültür birikiminiz var. Bu bildiklerinizi satacak ortamlarda, entellektüel birikiminizle bir sürü hayran edinebilirsiniz...

Ha bir de, evdeki orta sehpaya koyup, sıkılan misafirlerinize güzel bir jest yapabilirsiniz.

Kitaptan bir kaç soru-cevaba -ki bunların açıklamaları gayet inandırıcıdır- kısaca değinmek gerekirse;

  • Dünyanın kaç uydusu var dersiniz.. En az yedi.
  • Telefonu kim icat etti? Antonio Meucci diye bir talihsiz..
  • İnsanın kaç duyusu vardır? En az dokuz.
  • Tayland'ın başkenti neresidir? Grung Tape (Şehrin resmi adının kabaca telaffuzuyla çok çok kısaltılmış halidir)
  • Amerika adını nereden almıştır? Amerigo Vespucci? O, Kuzey Amerika'ya hiç varamadı. Ama Galli bir tüccar olan Richard Ameryk bunu yaptı.



20 Ağustos 2011 Cumartesi

Dünyanın Merkezine Seyahat - Jules Verne

Çeviri: Mehveş Omay
Klasikler iyidir.

İzmir Kitap fuarında İthaki standındaki ucuzlukta rastladım bu kitaba. Bir sürü kitap arasında boğulmuş bir halde seçim yapmaya çalışırken, Jules Verne'nin eserlerini hiç okumadığımı fark ettim utanarak. Kitaplarından uyarlanmış bir çok film izlemiş olduğum halde, yazımı hakkında hiç bir fikrim yoktu. Aldım, okudum. Oldu.

Böyle bir hayal gücü ancak, 'soyut düşünme'yi yeni öğrenen bir insan yavrusunun, bu yeni oyuncakla oynamaya başlayıp, onunla ne yapacağını bilemeden, fantastik dünyalar yaratmasıyla gerçek olabilirdi sanırım.
Verne'in eşsizliği, bu oyuncakla ne yapacağını çok iyi biliyor olması elbette. Ayrıca hayalperest çocuklardan bir ordu dolaşıyor olmalı zihninde, bu ordunun başındaki komutan da bir bilim adamı tabi ki.

Bütün öğretilmişliklerden uzak bir dünyaya alıyor sizi bu kitap. Bunu yaparken bilimsel açıklamalar getiriyor, hatta benim gibi biraz da safsanız, inanmamanız için hiç bir sebep kalmıyor o dünyaya.. Dünya bildiğimiz dünya oysa.. Bildiğimiz gibi olmayansa o dünyanın altı..

Zeki, çekingen, maceradan haz etmeyen bir genç adam. Elbette bu genç adamın aşkı olan bir güzel kadın: Graüben. Zengin, maceraperest bir jeolog-maden bilimci amca. Dünyanın en soğuk kanlı rehberi Hans. Son olarak da şifreli bir not.
Ve dünyanın merkezine seyahat başlıyor. Seyahat başlarda pek sıkıcı geliyor, ne bulabilirler ki derinde? Düşünün bakalım, ne öğrettiler okulda bize, lavlara toslayıncaya kadar haşlanıp ölmeliler değil mi... Değil, gayet ikna edici yorumlarla sıcak evre aşılıyor ve bir dünya açılıyor tünelin sonunda. Ama ne dünya.. Çocukken, hepimizin böyle yere basmaz hayalleri oluyordur her halde. Dünya içinde dünya. Ve o dünyada, bırak ağaç yerleştirmeyi, içine bir deniz bile sığdırmış Verne. Canavarlar ve hatta insanlar..

Verne, o kafasındaki hayalperest ordu ve ordunun başındaki bilim adamı-kumandanla bir mucize yaratmış. Başkalarının uzaya ya da denizler altına dair (ki bu temalar da Verne'e pek uzak değil bildiğiniz üzere) hayal etmeye cesaret ettiklerini o bizim ayaklarımızın altına çizmiş. Dünyanın merkezine. Hepimize aynı derecede yakın, ve o derecede uzak..

Filmleri izlemek güzel tabi, lakin kitabı okurken o dünyanın bir parçası oluyorsunuz ya hani. O hayal dünya gerçek ya.. İşte bunu yaşamaya değer.

Bir de neye değer biliyor musunuz, onun öngörülerini onun dilinden dinlemeye değer. Öyle çok icada ilham olmuş ki Verne. Gerçi dünya O'na hak ettiği değeri lütfetmiş neyse ki, anlattığı aygıtları icat(!) edenler, O'nun yakıştırdığı isimleri vermese de, lugatlara o isimlerle geçmiş.

Boşuna 'Bilim Falcısı' dememişler zat-ı şahanelerine. Ve elbette 'Bilim kurgunun babası' denilmesi de boşuna değil...



16 Ağustos 2011 Salı

Körlük - Jose Saramago

Çeviri: Aykut Derman
Bu kitabı okuyalı uzun bir zaman oluyor aslında. Lakin, gerçekten etkilendiğim kitaplardan birisidir kendileri. 

Burada körlük, modern insanın, o içindeki gizli zindanda hapis tuttuğu malum vahşi hayvanı ortaya çıkartan bir tek dokunuş aslında. Hatta körlük, halihazırda yaşadığımız dünyayı betimliyor, ne zindanı. Biz böyleyiz, bunlar yaşandı, yaşanmakta ve yaşanacak da...

Bir adamın kör olmasıyla başlayan hikaye, onunla temas kuran herkesin körlüğüyle devam ediyor. Modern insan, sebebini bulamadığı bu salgının korkusuyla hareket ediyor ve şu 'insan hakları' söylemini rafa kaldırıp kör olan herkesi tecrit ediyor. Bu tecrit esnasında yaşananlar içler acısı, hayvanlar bile bizim kadar iğrençleşemez çünkü bizde vahşet akılla birleşiyor ne yazık ki.. 

Hani çoğumuz der ya, özümüze dönelim diye.. Kuralları, sistemi, nezaketi bir kenara bırakalım ve evrim öncesi halimize dönelim diye.. Biz insan-hayvan için artık çok geç diyor Saramago. Elimizden bir tek yetimiz alınıyor ve kaos başlıyor..

İlk iş, ötekileştirme başlıyor. Ötekiler ve berikiler kendi aralarında anlaşabilse ne ala.. O da olmuyor, biri diğerinden korkmaya başlıyor, güçlü olanlar etraflarına çakallarını toplayıp içgüdüsel bir çeteleşmeye gidiyor.. Bu çeteler zayıfları ezerken, zayıflar da kendi aralarındaki güçsüzleri seçip, onların sırtından kendilerini kurtarma telaşına düşüyor. Yani dünya bir akvaryum ve büyük balık, küçüğü göz göre göre çiğniyor lakin yutmadan tükürüyor. Tanıdık geldi mi size de?

Kadın ve erkeğe dair de çok şey anlatıyor kitap. Normal hayatta kadınlarını korumak için onlara eziyeti reva gören yağız delikanlılarımız, yemek kaynağı kötü adamların eline geçip de, satın almaya para ve değerli eşyaları yetmeyince düşünmeye başlıyor. Dövüşerek almaya güçlerinin yetmeyeceğinden eminler ve daha da beteri, kötü-körler kadın istiyor yemek karşılığında. Hadi bir düşünün bakalım, ne yapardınız bu durumda? Erkek olsanız ne yapardınız, kadın olsanız ne? Ben bilmiyorum, doğrusu öyle bir durumla karşılaşmadıkça da bilemeyeceğim. Kafalardan geçenleri duyar gibiyim aslında, yok canım ben kadınımı göndermem, gerekirse ölürüm diyor er kişilerimiz, kadınlar da ölürüm de gitmem diyor olmalı..

O iş öyle olmuyor işte. İyi-körlerimiz bir süre açlığa dayanmaya çalışıyor, sinirler bozuluyor. Dövüşelim diyenler oluyor, güçsüzlükleri ve aç kaldıkça güçsüzleşmeye devam ettikleri gerçeğiyle yüzleştirilip sindiriliyorlar. Kadınların cevabına bakmaya başlıyor iyi-körlerimiz. Hiç biri ‘yapın’ diyemiyor lakin, küçük Emrah bakışlarını dikiyorlar kadınlara.. Kadınlar, kendi seçimlerini yapıyor ve gidiyoruz diyorlar. Bir annenin çocuğu için yapacağı gibi, kendilerini feda ediyorlar. Bunların arasında birbirini ve hiç kimseyi tanımayanlar da var, eşler de.. 

İyi-zayıf-körlerin bulundukları karantina koğuşlarından her gün birkaç kadın birleşiyor ve kötülere gidiyor. Aklınıza gelmeyecek tecavüzler yaşanıyor. Gelirken de ancak yaşamalarına yetecek kadar yemekle dönüyorlar. Bütün yemek paylaşılıyor zavallılar arasında..

Bir gün bir kadın ölüyor tecavüz sırasında ve kadınlar artık isyana karar veriyor. Er kişilerse düzenin bozulmamasından yana kullanıyorlar oylarını. Ancak bir kadın (Daha önce söz etmeliydim, kocası kör olunca ‘ben de oldum’ diyerek kocasıyla karantinaya gidiyor ve gözleri hiç kapanmıyor bu kadının. Hikayenin kahramanı da bu hanımefendi oluyor. Hatta kocasının karantinada kendisini aldattığını gözleriyle görüyor da onu, aldattığı kadını ve koğuştaki diğer zavallıları yalnız bırakmıyor. Belki de bu insanüstü iyilik onu koruyor körlükten) kötü-körlerin liderini öldürüp intikam alıyor. Hatta bir yangın çıkartıp, karantina bölgesinden kaçmalarını sağlıyor.

Dışarı çıktıklarında, dünyayı ve insanları en aklı kıt hayvandan bile daha aciz bir sefalet içinde buluyorlar. Herkes kör artık ve güvenli hiç bir yer yok gibi. Kahramanımız ve saygıdeğer kocası, evlerinde misafir ediyor koğuş arkadaşlarını. Bir süre evlerinde refah içinde yaşıyorlar ve bir gün, o ilk kör olan adam görmeye başlıyor belirlenemeyen bir şekilde. Dünya yeniden ‘normal’e dönüyor…

Üzerine konuşulacak öyle çok şey var ki aslında..
Bu arada bu kitabın filmi de çıktı (geçtiğimiz yıldı sanırım). Afiş tam da kafamda canlandırdığım bir sahneye öyle oturmuştu ki.. Hemen izledim. Genelde kitaptan uyarlama filmleri beğenmeyiz ya, ben çok beğendim. Elbette atlanmış eksik gedik bir şeyler oluyor, o kadar kusur da olacak tabii. Lakin, Saramago ne anlattıysa, yönetmen çekmiş. Ya da hayal güçlerimiz birbirine çok yakınmış ki, sahneler kafamdakilerle neredeyse aynıydı..

Sözün özü, kitabı okuyun, düşünün. Unutmaya yüz tuttuğunuzda bir de film çakın üstüne. Mis.

14 Ağustos 2011 Pazar

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday

Bu kitabı, çok sevgili bir dostun 'Mutlaka okunmalı, ben bitmesin diye günde 20 sayfayla sınırladım kendimi.' yorumuyla duydum ilk.

Sözlüklerde aradığımda da, benzer ve hatta daha ötesi yorumlarla karşılaştım.

İlk iş, gidip bir kitapçıya 'O kitabı istiyorum.' dedim, yoktu. Bir diğer kitapçıya gittim, bu kez daha nazik; yok. Fazla abartmadan 'ne zaman gelir' muhabbetine girdim.
-Haftaya.
-Tamam.
Bekledim. Aldım. Hemen başlamadım. Önce biraz kendimi hazırladım.

Tek tamlamayla 'kara bir kitap' (bu tanımı sözlüklerden birinde gördüm, yakıştı vesselam) diyebiliriz.

 İki adam var. Biri Kinyas, diğeri Kayra. Bu adamlara bakınca, kötülüğün yetiştirilmeyle alakası yok diyor insan (bu eğitimci bakışımdı). Sonra kötülük insana dair diyor, irkilerek. Bu iki adamın okuyucular tarafından bu kadar sevilmesini anlamak istemiyorum.. Sanırım herkesin içindeki  'kötü adam'ı canlandırıyorlar.

Hiç bir sınırı olmayan, tamamen içgüdüsel bir hayat onlarınki. Bir ormanda yaşamak için yırtıcı bir hayvan ne yaparsa, onlar da modern dünya ormanında yaşayan yırtıcılar gibiler. Kitabı okudukça, bazen midem bile bulandı yaptıklarından.

Neyse düzenli anlatayım, madem başladım.
 Başlarda, yani kitabın ilk bölümünde (Kinyas, Kayra ve Hayat) bu iki adamın kim olduğu, kendi ağızlarından anlatılıyor. Her ikisinden de nefret etmek için bir sürü neden buluyor modern insan. (Hele de modern kadın.) Lakin yine de okudukça içselleştiriyorsun. Nasılını bilmiyorum, sanırım ehlileştirilmiş olmak, o içimizdeki vahşinin çok da hoşuna gitmemiş. Evrim bizi mutlu etmemiş belki de..

Neyse, sonraki iki bölüm Kayra ve Kinyas'ın yollarını anlatıyor. Ayrılıyorlar ve birisi o vazgeçtiği ehli insan-hayvanına dönüyor. Diğeri yok oluşu seçiyor.

İnsan-kadın olarak ben, her iki sondan da memnun olmadığımı belirtmek isterim. Modern-ehli-sosyal öğretilmişliğim, cezalarını çekmeleri gerektiğini söylüyor. O yaşanmışlığın cezası kaç ömürlük müebbet ya da kaç idam olurdu bilmiyorum ama...

Bu kitaptan bunu mu çıkarttım? Hayır, ama bunları da birileri söylemeliydi. Sözlüklerde yeterince olumlamışlar zaten kitabı. Bir de bana ihtiyaç yoktur sanırım. Ki ben sadece hikayede takıldım. Okunmalı bir kitap, herkes kendi dersini çıkartmalı. Hatta derse ne gerek..

Bu arada yazarın kendisini romana karakter olarak yerleştirmesi çok ilginç olmuş. Bildiğim kadarıyla yazarımız bu kitabı lise yıllarında yazmaya başlamış ve dört yılda bitirmiş. Yazar gelecekte olmak istediği adamı hayal etmiş, bu da aslında çocuksu bir egoyu çağrıştırdı bende. Hoş bir detaydı.

Belki bir kez daha okumalıyım bu kitabı. Şimdi hatırladıkça, tekrar dehşete düşmenin yanı sıra 'atladığım detaylar var mı, hatırlamadığım çok şey var galiba' diyorum.

Ha bir de duydum ki, birileri bu iki adamı şizofren bir tek adam olarak kurgulamış. Olsa yakışırdı ama olmadığına dair çok kanıt var kitapta. Hatta keşke olsaydı dedim şimdi.

Ya ben bu kitabı yermek için başlamıştım bu yazıya. Ne oldu şimdi?



13 Ağustos 2011 Cumartesi

Zahir - Paulo Coelho

Çeviri: Ayşegül Hatay
İşin doğrusu bu kitabı, D&R'da kazandığım 25 TL'lik hediye çekini keyifle harcarken aldım. İlk kez bir kitapçıya girip hiç para harcamadan ve üstelik 5 kitapla çıkabildim. Güvenlikte de hiç sorun çıkmadı :))

4 TL'lik kitapların bulunduğu sepette, tanıdığım ikinci yazardı Paulo Coelho. (İlki Heinrich Böll idi ve O'nu tanımama vesile olan kitap da; sevgilimin -daha sevgilim değilken-, kitaplığından seçip hediye ettiği 'Dokuz Buçukta Bilardo' isimli kitaptı.)
Gelelim kitapla ilgili düşündüklerime..
Sürükleyici bir kitap ve Simyacı'dan alışık olduğumuz üzere biraz mistik, biraz gerçek. Lakin her satırında ayakları yere basan bir mistisizim. Siz hayal ettiğiniz sürece gerçek, aksi takdirde de inkara dair bir sürü kanıt bulabilirsiniz..

Ana karakterimiz bir yazar. Zengin ve ünlü olanlarından.. İlhamını yitirdiği sırada bir kadın giriyor hayatına ve her şeyi değiştiriveriyor. Yazarımız ününe ün, parasına para katıyor lakin hayatını anlamlandıran kadından uzaklaşıyor günbegün. Kadın savaş muhabirliğine başlıyor bu arada, gidip gelmeler başlıyor ve bir gün gidip hiç gelmiyor. Kadının gidişiyle adam önceleri rahatladığını hissediyor fakat sonraları neyi kaybettiğinin farkına varmaya başlıyor. Fark ediyor ki, ilişkilerinde hep adam için yaşamışlar bunca zamanı ve adam kadının hayatından bi haber yaşıyormuş yıllardır. Terk edilişinden bir süre sonra bir genç çıkıveriyor ve adamın kurduğu geçmiş hayali yıkılıp gerçekler çıkıyor ortaya.

Buna göre gelen genç, seçilmiş bir insanlık ve sevgi savaşçısı, yazarın karısı da onu bulup ortaya çıkaran. Eğer gerçekçi bakmayı dilerseniz genç, halüsinasyonlarla yaşayan bir sara hastası ve yazarımızın karısı ona inanıp tüm hayatını değiştirecek kadar sadakatsiz..

Kadın, uzak bir ülkede her şeyden elini eteğini çekmiş bir hayatı seçiyor ve kocasının bir gün yokluğunu fark edip yanına gelmesini bekliyor. Yazarsa, bu tanıştığı genç adamdan hayata dair hiç bilmediği mistik şeyler öğrenmenisinin yanı sıra karısını aslında ne kadar az tanıdığını fark ediyor. Ve kadına Zahir diyor. Zahirini aramaya bu genç adamla çıkıyor ve bu yolculukta orta düzeyde bir mistisizm de onlara eşlik ediyor.

Kadını bulduğunda sanki yıllar geçmemiş de, hafta sonu ayrı düşmüşler gibi, konuşmaya bile gerek duymadan yan yana yürümeye devam ediyorlar, kadının hamileliğine rağmen.

Şimdi bakınca çok klasik bir hikaye gibi göründü gözüme. Lakin kullanılan dil akıcı, kadının kayboluşu gizem yaratıyor. Bu yüzden sürükleyici diyebileceğim roman. Fakaaat, "sana ne kattı?" derseniz eğer sanırım hiç.. İyilik, doğruluk falan filan gibi hepimizin bildiği hikayeyi başka bir ucundan tutup anlatmış bir roman daha işte. İçine biraz da son zamanların gözdesi, doğa üstü bir takım imalarda bulunulmuş ve okunabilir bir roman çıkmış ortaya. Sıcak yaz günlerinde eğlencelik bir roman.