30 Eylül 2011 Cuma

Dune - Frank Herbert

Çeviri: Deniz Vural - Arzu Taşçıoğlu

Başka bir yazı yazmıştım bu kitap için. Bu seri için demeliyim tabi ki.  Sonra bir de baktım, unutmuşum bazı detayları. Oysa detaylar önemli.. Tekrar başladım okumaya, yazmaya biraz geç kaldım elbette.. 

Kitabın hikayesine başlamadan önce biraz tanıtmam gerekiyor ortamı sanırım. Bir sürü yeni şeyle karşılaşıyorsunuz çünkü Harbert’in yarattığı evrende..

Her şeyden önce, belirteyim ben Atreides evini seçtim kendime, hatta Atreides evinde bir Bene Gesserit olmayı tercih ederim. Evet evet. Bu benim :)

Uzaak mı uzak bir gelecekte bir imparator yaşarmış IV. Şaddam adında. İmparatorun bir sürü gezegeni varmış idare etmesi gereken. Bu gezegenler ev denilen ailelere aitmiş. Kimi evlerin halkı mutlu imiş ve yöneticilerine gönülden bağlı, kimileri zengin ama mutsuzmuş ezilmekten.. Kahramanlarımız bu evlerden iki tanesinin kan davasıyla alakalı.. (Buna sonra değineceğim.) Diğer hikayelerin aksine bizim imparator çok da adil sayılmazmış, güç ve para hırsıyla yaşarmış. Bu yüzden evleri birbirine kırdırmak ufak işlerindenmiş.
Bu arada tüm bu gezegenleri ilgilendiren üç kurum varmış. Birisi CHOAM: İmparator ve büyük evler tarafından diğer iki kurumun sessiz ortaklığında yönetilen evrensel gelişim şirketi. Para ve gücü idare eden en büyük kurum bu sayılıyor. Diğer iki sessiz ortaktan biri Uzay Loncası: Uzay yolculuğu ve taşımacılığıyla uluslararası bankacılık işlerini yöneten kurum. Aynı zamanda diğer adı geçen kuruma kafa tutmak için kurulmuş, ikinci zihinsel-fiziksel gelişim okulu. Sonuncu ve diğer herkesin korktuğu kurum da Bene Gesserit: İnsanlığın var oluşundan bu yana  sadece insanlığa hizmet için kurulmuş, tamamı kadınlardan oluşan, benim de dahil olsam ne tatlı olurdu dediğim kurum.. Bene Gesserit, rahibeler eğitiyor. Öyle bir eğitim ki, kadınlar ölümcül dövüş tekniklerinin yanında insanları kontrol edebilme yeteneğine, gelecek hakkında yorum yapabilme kabiliyetine vee karşı konulmaz bir cazibeye sahipler. Bu arada, geçmişte yaşamış bütün Bene Gesseritlerin anıları zihinlerinde. Bir Bene Gesserit ölürken, bir başkası geliyor ve anılarını ondan alıyor, böylece nesiller boyu yaşamış olan bütün Bene Gesseritler, bir zihinde var olmaya devam ediyor.Ayrıca bununla da bitmiyor bizim amazonlar, 90 kuşaktır devam eden bir üreme zinciri oluşturmuşlar, bütün evlerden birer döl alıp, onları birbirleriyle çaprazlayarak Kuisatz Hederah’a ulaşmaya çalışıyorlar. Zaman ile mekan arasında köprü kuaracak olan erkek Bene Gesserit. Kurtarıcı..

Gelelim bizim kahramanlara.. Atreides evinin Dükü I. Leto, ideal adam, ideal lider kıvamında güçlü, zeki, adaletli, karısına aşık, ailesine ve evine (buradaki ev, büyük ev – hanedan) bağlı ve halkına sadık. Karısı bir Bene Gesserit, Jessica. O da tam bir leydi.. Kocasına olan aşkından, büyük Bene Gesserit planına sırt dönmüş ve bir kız doğurmak yerine Düküne bir veliaht vermiş, asil, güçlü bir kadın. Veee veliahtımız, küçük Paul. Paul, hem annesinin Bene Gesserit eğitiminden geçmiş hem babasının bütün iyi özelliklerine sahip 15 yaşında bir delikanlı. Ayrıca çok başarılı eğitmenler tarafından da bir asker ve lider olarak eğitilmekte.

Paul’e ve çevresindekilere biraz değinmek gerekecek.. Dövüş ve akıl hocalarından biri Duncan İdaho.  En çok onun etkisinde kalarak büyüyor Paul. İdaho tam bir ölüm makinesi bu arada. Duygusal bir makine.. İkinci akıl ve dövüş hocası aynı zamanda çok iyi bir baliset (bir tür müzik aleti) çalan ve çok güzel şarkılar söyleyen Gurney Halleck. Bizim ufaklık, bu iki adamın tekniklerini öğrenerek bir savaşçı gibi yetişiyor.. Üçüncüsü bir mentat, Thufir Hawat. Hawat biraz yaşlı. Onun evdeki görevi de akıl hocalığı. Kendisi insan bilgisayar, mentatlar ihtimalleri her yönüyle analiz edip bütün olasılıklardan doğru sonuca ulaşmakta kullanılan bir sınıf. Hawat, mentat yeteneklerini bizim ufaklığa öğretiyor ufaktan. Son yoldaş da Dr Yueh. Kendisi Suk şartlandırmasına (Suk okulunda eğitim görmüş doktorlara güvenebilmek için bir şartlandırma yapılıyor ve kişi ihaneti aklından bile geçiremiyor) sahip, en güvenilir adam. Bütün ailenin sağlık durumları ondan soruluyor..
Hikayemize geçebilirim artık sanırım. Caladanda hüküm süren Atreides evine İmparator ve büyük evlerin idaresindeki CHOAM ve Lonca tarafından Arrakis (Dune – Çöl gezegeni) gezegenine gidip idaresini üstlenmek görevi veriliyor. Bu görev aslında orada şimdiye kadar hüküm süren Harrkonnen evinin geçmişten kalan bir intikam için İmparatoru ikna etmesiyle doğrudan ilişkili. Leto, olacakları bilerek çıkıyor bu yola ve Caladan’ı terk edip Dune’a yerleşmesiyle hikaye başlıyor..
Arrakis bir çöl gezegeni, susuzluktan kırılıyor ve akıl erdiremeyeceğiniz şekilde suyun değerini anlıyorsunuz.. Melanj isimli bir bahar yetişiyor burada. Bu bahar hemen hemen bütün gezegeni ele geçirmiş durumda. Ömrü uzatan ve geleceğe dair kehanetler yaptırabilen baharın yokluğu insanları öldürebilecek kadar güçlü. Arrakis bu yüzden değerli ve halkı Fremenler adında vahşi bir topluluk. Çölde suyu minimumda kullanarak ve bir gün yeşil bitki örtüsüne sahip olabilecek adımları atarak yaşıyorlar. İyi dövüşüyorlar, kaç kişi oldukları bilinmiyor, görmezden geliniyorlar.. Çok eski zamanlarda Bene Gesserit aralarına bir efsane bırakmış ve bu efsaneyi din olarak kabul etmiş bir halk. Din her şeyin başlangıcı oluyor Arrakiste. Onlar, diğer gezegenlerden gelen herkesin korkulu rüyası olan dev solucanlara (Yaratan diyorşar onlara) sezdirmeden çölde hareket edebiliyor ve hatta onları ulaşım aracı olarak kullanabiliyorlar. Ayrıca damıtıcı giysi denen bir tulumla yaşıyorlar. Su o kadar az ki, çölde hayatta kalmak için kendi vücut sıvılarını damıtıp tekrar kullanmalarını sağlayan bu teknoloji harikalarını kendileri üretiyorlar..

Leto, Arrakise ilk geldiğinde Fremenleri tarafına çekmek için hazırlık yapmaya başlıyor, biraz zamanı olsa aslında Letoyu tanıyacak ve arkasında duracaklar lakin ne yazık ki zamanı olmuyor Leto’nun. Yalnızca Fremenlerin gizli lideri ve İmparatorluğun Gezegen Bilimcisi Liet Kynes’la tanışabiliyor Leto. Kynes, bir efsanenin de peşinde aslında. Efsanelerinde bir baş rahibe ve ondan olan oğul var. Oğul Fremenleri suya kavuşturacak olan, Mesih.

Fazla uzatmayayım, olaylar gelişiyor, Leto’nun en güvendiği isimlerden birisi olan Dr Yue (Suk şartlanması bir şekilde kırılmış) Harkonnenlere satıyor Atreides evini. Leto’yu teslim ediyor lakin o kadar da büyük bir sadakati var ki, Jessica ve Paul’ü Fremenlerin yardımıyla kaçırıyor. Kaçarlarken Liet Kynes ölüyor, Duncan İdaho, onlara zaman kazandırmak için kendini Sardokarlara (İmparatorluğun yenilmez askerleri – Harkonnenlere gizli yardım için oradalar) veriyor – ölümüne.. Leto ölüyor.. Harkonnen baronu Hawat’ı kendi mentatı olarak alıyor ve Hawat bir gün intikam alırım umuduyla kalıyor, Halleck bahar kaçakçılarına katılıyor.. Jessica ve Paul açık çölde tek başlarına kalıyorlar, öldükleri sanılıyor. Fremenler onları bulduğunda kendilerini ispat etmeleri gerekiyor ve mucizevi bir şekilde bekledikleri Lisan-ül Gayb olduğunu fark ediyorlar Paul’ün..

Jessica bu arada hamile ve Fremenlerin baş rahibesi, Jessica’yı bir sınavdan geçiriyor. Dönüştürülmemiş baharı (zehir) bedeninde dönüştürüp başrahibenin bilincini bilincine katması gerekiyor Jessica’nın. Ve bu tören gerçekleşiyor, Alia henüz bir ceninken uyanıyor ve annesi ve başrahibenin ve diğer bütün ölmüş başrahibelerin bilincini ekliyor bilincine.. (Doğduğunda bir melanet olarak anılacak)

Fremenlerin yeni başrahibesi (Sayyadina) Jessicanın yanında, bu törende ölen Liet Kynes’ın kızı Chani de Sayyadina oluyor. Onun bahar dönüştürmek ya da kehanet güçleri yok ancak törenlere önderlik edebilecek mertebede.. Bu arada Chani’nin amcası Stilgar bütün Fremenlerin başı oluyor ve Paul ve Jessica kurulda yanında duruyor. Paule bir isim buluyorlar Usul.. Bu gizli isim ve çağırılacağı ismi de Paul seçiyor, Muad-dib. Yılar geçiyor...

Paul henüz Caladandayken bir başrahibenin, Kusiatz Hederah olma ihtimaline karşı yaptığı bir sınamada (Gom Cabbar) rahibeye tanışacağını söylediği kızla, Chaniyle evleniyor. Fremen adetlerine göre.. Bir oğulları oluyor, Alia büyüyor.. Konuşmaya başladığı anda bir yetişkin gibi davranıyor ve insanlar ondan korkuyor. O daha doğmadan başrahibe oluyor çünkü..

İki yıl sonra Paul, Stilgar’ın da önüne geçerek Fremenlerin lideri oluyor çünkü o Lisan-ül Gayb. Suyu bağışlayan.. İmparator, Harkonnenlerle birlikte Arrakiste ters giden şeyleri çözmek ve artık sıkıntı yaratan Fremenleri ezmek için geliyor. Chani ve Paul’ün oğlu II. Leto ölüyor, Alia tutsak düşüyor. Aslında izin veriyor kendisini almalarına.

Paul saldırıyor, bu saldırı sırasında Harkonnen Baronunu öldürüyor Alia, Paul İmparatoru rehin alıyor ve hayatı karşılığında kızı Prenses İrulan’la bir evlilik planlıyor. O’nu asla karısı yapmıyor, sadece İmparatorluğa giden yolda bir basmak olarak kullanıyor.. Ve birinci kitap burada bitiyor...

Bu seriyi anlatırken ne kadar ciddileştiğimi fark ettim.. Öyle ki, ilk yazdığımda çok detayı unuttuğumu anlayıp seriye yeniden başladım ve aynı heyecanla okuyorum.. Beni en çok sarsan an, Leto’nun öldüğü andı. Okurken sanki olmayacakmış gibi hissediyorsun.. Ve yine ölüyor L Olmaz ki ama.. Şu an ikincideyim. Yine çok heyecanlı. Asıl heyecanlı olan da serinin ikinci kitabıyla ilgili hiç Türkçe kaynak bulamamış olmam elbette J Belki de bu ilk olacak.

Kitap hakkında ne mi öneririm? Okunmalı! Defalarca belki de.. Hatta devlet liderleri hatmetmeli bu seriyi. Din ve politika konusunda bilmek isteyebileceğiniz her şey burada. Mantık, insan, medeniyet, teknoloji.. Olmaması gereken her şey bu kitapta. Hatta masumlardan nasıl katil yaratıldığını merak ediyorsanız, bir insanın nasıl istemeden Tanrılaştığını ve yine hiç istemediği halde bir Cihad’ı nasıl başlattığını merak ediyorsanız.. Hepsi burada. Olması gerekenler de elbette burada.. Okunmalı. Kesinlikle.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Mülksüzler - Ursula K. Leguin

Çeviri: Levent Mollamustafaoğlu
Bilerek ve isteyerek iki kez okuduğum nadir kitaplardan birisidir kendileri. İlk kez, yıllar önce Mersin'deyken çok yakın bir arkadaşım önermişti bu kitabı ve yazarı. Hatta ödünç verdi ve bir çırpıda okuyuverdim.. 10 yıl sonra evleneceğim adam olduğunu bilseydim daha farklı olabilirdi belki kitaba bakışım :)

Benim için inanılmaz bir dünyanın kapılarını açtı bu kitap. Hep adını duyduğum lakin yaşım gereği (On yedi idim sanırım), derme çatma bilgilere sahip olduğum (diğer bir çok kavram gibi) anarşizmden söz ediyordu. Söz etmekle kalmıyor, anarşist bir dünya yaratıyordu Ursula. O yaşlarda, çok şey anladığımı sanıyordum aslında. Anlamıştım da, etkileri büyük oldu karakterimi ve görüşlerimi geliştirmemde..

Sonra, yıllar sonra bir kitapçıda gördüm zat-ı şahanelerinin mavi kapağını. Hemen aldım ve bir kez daha okudum elbette. Burada yazacaklarım, 10 yıl arayla okunmuş ve her seferinde başka bir etki bırakmış bu kitabın bendeki toplamı olacak muhakkak. Ve evet, artık kitaplığımızda iki adet Mülksüzler var. Ursula'nın bir çok kitabında olduğu gibi..

Öncelikle o anarşist dünyadan söz edilmeli. Nasıl doğduğundan.. Urras isimli bir gezegen var. Onunla ilgili çok şey anlatmaya da gerek yok aslında, bugünkü dünyamızın bir tasfirini düşünün. Kapitalizm almış başını gitmekte,  dünya zengin azınlıkların hakimiyetinde, çocuklar bir yerlerde açlıktan ölmekte, alavere dalavere, savaş, kargaşa.. Bizim boktan dünyamızda olan ne varsa Urrasta da var yani. Tabi ki bu dünya düzeninden memnun olmayan küçük ve akıllı bir azınlık da mevcut dünyada. Küçük bir asiler grubu. Görmüş geçirmiş kişilerden oluşan, entellektüel birikim sahibi ve geneli bilim insanı olan küçük bir azınlık. Bu azınlık büyük bir isyan başlatıyor Odo'nun liderliğinde ve en sonunda terk-i diyar eyliyor. Yakınlarda, yaşam için çok da elverişli olmayan Anarres isimli bir gezegene yerleşiyorlar. Bu arada Urras'la olan bütün irtibatı da kesiyorlar, iki dünya da birbirinden uzak durmaya söz veriyor ve ilişkileri kesiliyor.

Nesiller geçiyor, Anarreste Anarşist bir dünya yaratılıyor. Odocu anarşizm. Herkesin eşit şartlarda, her işi yaptığı bir dünya. Bir fizik profesörü, vakti geldiğinde çöp toplayıcılığı işinde istihdam ediliyor mesela. Mülkiyet kavramı yok bu dünyada. Her şey herkesin. Bu ebeveyn - çocuk ilişkisinde bile böyle. İki insan aşık oluyor, birlikte oluyor, evlenmeden çocuk yapıyor. Çocuk anne sütünden kesilince de yurtlara yerleştiriliyor. Hiç kimsenin bireysel ailesi olmadan yetiştiriliyorlar. Hatta eli kanayan çocuk, 'el kanadı' diye anlatıyor derdini. Kıyafetler tek düze, kullanışlı. Ev yok, oda var. Yemekhanelerde herkes aynı şeyleri yiyor, zengin ya da fakir yok. Birisi aç iken diğeri yemek yemez Anarreste..

Her şey aslında çok ideal görünüyor başlarda, sonraları bu anarşist dünyada da genelin farkında olmadığı bir takım dalavereler çeviren bir azınlık olduğu çıkıyor ortaya.. Bu dalaverelerden zarar görenlerden biri Shevek isimli kahramanımız. Şimdi nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde, Urras ile bilimsel anlamda bir diyaloğa geçiliyor ve Shevek, nesiller sonra Anarresten Urrasa ilk giden insan oluyor.

Gittiğinde bulduğu dünyaya ilk başta hayran kalıyor. Urraslılar çirkinliklerini saklamayı iyi beceriyorlar çünkü. Lüks, bolluk ve refah içinde bir dünyada buluyor kendini Shevek. Bilimsel anlamda değer gördüğü bir dünya. Sonra bir şekilde bu yapmacıklıktan bunalıyor ve sokağa atıyor kendini. Sokakta başka bir dünya buluyor. Asilerle tanışıyor, Odo'cu anarşizmi ideallerinde taşıyan bir grup insanla ilişkiye geçiyor ve isyana katılıyor anarşist ruhu gereği..

Mülksüzler, ideal düzen anarşizmin de aslında kusursuz olmadığını anlatması bağlamında da büyük bir eser kanımca. Kapitalizmin soğuk nefesini zaten bildiğimiz için, ikisini kıyaslamak da çok ağır sonuçlar yaratıyor. Evet kapitalizmi istemiyoruz çünkü yoz, lakin anarşizm de kusursuz uygulansa bile sorunları olan bir ideoloji. Nedenine gelince, elbette 'insan' faktörü. Bu yine benim kanım elbette. Dünya üzerinde düşünülebilecek en kusursuz yaşama biçimi bile içine insan girdiği için yozlaşmaya mahkum görünüyor ne yazık ki.. Lakin gene de, Anarres, Urrastan çok daha yaşanılası bir dünya benim gibiler için. Şimdi hadi gidiyorsunuz deseler ve bize bir dünya verseler... Neyse.. Kitabın sonunda zaten Shevek, Anarresteki sorunların Urrastakilerin yanında devede kulak olduğuna karar veriyor ve yeniden Anarrese kaçıyor..

Mutlu son :)

19 Eylül 2011 Pazartesi

Empati - Adam Fawer

Çeviri: Murat Kayı
Ben de istiyorum bir yetenek. Evet evet madem ejderha efendisi olabilecek ejderhalara sahip değiliz, ya da birer Ged değiliz... Buna da razıyım. Empati.

Bu kitabı kitapçıda gördüğümde üzerinde "Olasılıksız'ın yazarından" diyordu. Olasılıksızı henüz okumadığım için pek bir şey ifade etmedi lakin orada burada minibüslerde falan insanların elinde gördüğüm, ilginç kapak tasarımıyla da dikkatimi çeken bir kitaptı Olasılıksız. O kadar. (Tabi sonra onu da okudum..) Daha fazla detaya girmeden hemen Empati'ye döneyim.

Başlarda ne olduğunu anlayamadığınız bir konunun içine düşüyorsunuz. Bir kadın ve bir adam var ortada ve aşk yok. Çok ilginç değil mi.. 2007 de başlayan hikayede bir kadın var ki, müziğiyle tüm dünyayı kendine hayran bıraktığına inanıyorsunuz, ve bir adam var ki zavallı, sorunları olan bir ezik olduğunu düşünüyorsunuz.. İlginç maceralar yaşanıyor ve geçmişlerinde kayıp olan noktalar olduğunu fark ediyorlar. Hatırladıkça bu varoluşun içinde başka bir konumları olduğunu anlıyorlar korkuyla. Zihinleri başka çalışıyor, başka türlü bir enerji yayıyorlar, hakim bir enerji..  Avatar'ın çizgi filminden çok sevdiğim bir tabir vardı: bükmek. Avatar hava büküyordu, bunlar ruh ya da zihin büküyorlar. Başkalarının hissedip düşündüklerini, kontrol edip yönlendirebiliyorlar. Çok tanıdık geliyor aslında, kitapta da bu özel çocukları (onlara empat diyorlar) siyasi ve mali yönlerde kullanmak için hükumet ve başka mihraklar kolları sıvamış bile. Bu gençler de kaçırılmayı başarmış ve güçleri bir dış etkenle (taktıkları bir kolyeden yayılan baskın enerji) köreltilmiş. Kitap onların bulunuşundan bahsediyor biraz da. Biraz geçmişe dönüyorlar, biraz kaçıyorlar en sonunda yeniden 2007de sonlanıyor her şey...

Adam Fawer, ilginç adam vesselam. İşletme bitirmiş ve bu tür işlerde çalışmış bir adam, bir gün bir kitap yazıyor (olasılıksız) ve okuyanı sarsıyor. Sonra bir kitap daha yazıyor (an itibarıyla, sadece iki kitabı var ne yazık ki) onunla da başka bir dünyanın kapılarını aralıyor.

Doğrusu, Empati bilim kurgu mu, değil mi bilemedim. O kadar inandırıcı ve gerçek bir dille anlatıyor ki.. Öyle olağan örneklendiriyor ve ilginç bilimsel gerçeklere dayandırıyor ki... Ne desem bilemedim bu kitaba. Evet ya, kurgu değil bunlar, bir çoğumuzda, çok cılız da olsa bu yetenekler mevcut aslında. Fawer, o cılız yeteneklerin evrim geçirip, patlama yaşamış halini anlatmış sadece. Çok da güzel bir dille, sürükleyici bir şekilde anlatmış. 'Yıllarını edebiyat ve bilime vermiş bir dahi gibi' çok mu abartılı oldu? Belki de.. Bir sonraki kitabı görünce, daha net bir karar verilebilir belki. Lakin, şiddetle tavsiye ederim, okuyunuz, okutunuz.

Benim kitabım ne yazık ki yine hacılanmış :(
Her kim ki aldı ve okuduysa (ya da okumasa da olur), rica ederim.. Tepemin tasını attırmayın. Saygılar.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Martin Eden - Jack London

Çeviren: Mete Ergin
 Yıllar önceydi, duyardım adını lakin okumak bir türlü fırsat olmamıştı bu romanı ve ne yazık ki Jack London'ın başka kitaplarını. DDY Bilgiişlem'de staj yaparken, oradan bir memur ablayla kitap sohbetimiz olmuştu. Ufak çaplı bir kitap takası sonucunda okumaya başladım. Her ödünç kitaba yaptığım gibi, hızlıca okuyup iade etmem gerekiyordu. Bu yüzden, bir çırpıda bitiriverdim desem yeridir. Bunda tabi ki, yazarın çok çok güçlü ve akıcı dili, kitabın siyasi kimliği ve evet o zamanlar sıkça izlediğim yeşilçam film senaryolarına benzerliği, zengin kız- fakir adam romantizmi de çok etkili olmuş olmalı :)

Lakin itiraf etmeli ki, en etkili kısmı, zengin olup kızı kapma hayalindeki adamın, o yeşilçam senaryosundan sıyrılarak geçirdiği zihinsel süreçleri takip etmekti..

Martin Eden, bir denizci. Kaba, cahil ve tabi ki kaslı bir adam. Bir gün bir melek kız çıkageliyor ve bütün hayatını değiştiriveriyor. Güzel, narin ve zengin bir hanımefendi kendileri. Aşık Martin ne yapsın, zengin olmanın yollarını arıyor kafasında, çünkü bu kadın bildiklerinden değil, kas gücü yetmiyor onu tavlamaya. Öyle ha deyince zengin olunmayacağını anlayınca, yazar olmaya karar veriyor. Onlar da çok kazanıyor çünkü o dönemlerde. Bunun için, okumaya başlıyor. Bir yandan gemide çalışıyor, kaslarını hamlatmadan, bir yandan okuyor. Hem de ne okumak.. Marx, Nietzche.. (Aynı Jack London'ın kendisi gibi.) Yazmayı denediği bir takım hikaye ve şiirleri, gönderdiği her yerden reddediliyor. Bu arada, bir beyefendi olma yolunda hızla ilerliyor Martin. Kızımızın da kalbini çalmayı başarıyor hatta. Onun, o aristokrat çevresinde bir yer ediniyor kendisine. Kızımız, 'reddedilen hikayelerle yürümez bu iş Martin, beni alacaksan para kazanman lazım.' diyor bir gün, Martin'e gazetecilik öneriyor. Lakin Martin okudukça öğreniyor, öğrendikçe seçim yapmaya başlıyor. Gazetecilik yapmak değil, roman yazmak istiyor. Ve bir gün, beklenen gerçekleşiyor, Martin'in o romanı öyle bir okunuyor, öyle kazandırıyor ki.. Martin artık özendiği bu hayatın, en tepelerinde bir yerlerinde buluyor kendini. Bu arada edebiyat çevrelerinde yaşanan dönme dolapları, burjuvazinin cehennem tarafını görüyor. İftiralar atılıyor, sosyalist olmakla suçlanıyor! Ne ayıp. Çünkü Martin, ne geldiği fakir hayata dönebiliyor, ne zenginlerle barışabiliyor. Arada kalmanın ağır yüküyle Martin hayallerini gerçekleştirip en tepeye yerleşmişken bir anda, atıveriyor kendini hayatın içinden dışına doğru.

İnsan üstü bir çabanın anlatımı Martin Eden. (Ve çabanın çuvallaması kanımca.)

Yazarın hayatını okuduğumda mı fark ettim, yoksa bununla ilgili bir makale mi okumuştum hatırlamıyorum lakin bir de benden duyun isterim: Martin Eden aslında yazarın ta kendisidir. Sanırım bu kanıya, Deniz Kurdu romanını okuduktan sonra varmıştım. Evet, şöyle olmuş olabilir; Martin Eden'i okuduktan sonra Jack London'ın diğer eserlerini merak ettiğimi ve Deniz Kurdu'nu aldığımı hatırlıyorum. Onu da okuduktan sonra hikayenin benzerliklerinden yola çıkarak yazarın hayatına merak sarmıştım. Evet bunlar oldu. Hayatını okuduktan sonra da, Martin Eden'in kendisi olduğuna emin oldum. Sonra  Deniz Kurdu'ndaki hangi karakterle özdeşleştiğini düşündüğümü ve önceleri, Hayalet'in kaptanı Kurt Larsen olduğu fikrine kapıldığımı hatırlıyorum. Ardından romanın kahramanı olan hımbıl yazar Van Heydenle de çok benzediklerini fark ettim. Evet Deniz Kurdu, yazarın ilk çok ses getiren romanıydı. Bu romanda da kendisini geçmişte olduğu ve şimdi geriye dönemediği adamlarla anlatıyor olmalıydı..

Şimdi Deniz Kurdu'ndan o kadar bahsetmek olmadı, ben en iyisi onu da başka bir yazıya bırakıp Martin Eden'i okunacaklar listenize -eğer hala okumadıysanız- eklemenizi tavsiye edeyim.. Çünkü çok şey öğrenebileceğiniz bir adam Martin Eden.

9 Eylül 2011 Cuma

Tekrardoğuş 2 - Bilgiyi Yayma (BİLYAY) Vakfı

Bir süredir üzerinde düşünmeye başladığım reenkarnasyon (tekrardoğuş) kavramı ve varlığıyla ilgili bilimsel çalışmaların olup olmadığını merak ediyordum. Eşim bir gün, İan Stevenson adında bir adamın çalışmalarından söz etti. Araştırınca zat-ı şahanelerinin Virjinya Üniversitesinde Psikoloji Profesörü olduğunu ve Parapsikoloji, Tekrardoğuş ve Ruhun Varlığı üzerine çok kapsamlı ve tamamen bilimsel araştırmalar yaptığını öğrendim. Ne yazık ki 2007 yılında vefat etmiş bu şahsın, Türkçe'ye çevrilmiş her hangi bir yayınını bulamadım. Ta ki, D&R'da raflar arasında gezinip Parapsikolojiyle ilgili yazılmış şarlatanlıklar arasında kaybolduğum bir anda, bu basit görünen kitabı fark edene kadar..

Kitap çoğunlukla Prof. Dr. İan Stevenson'un yaptığı çalışmalar, yayınladığı makaleler ve sunduğu konferansların çevirilerinden oluşuyordu. Hiç düşünmeden aldım ve okumak epey zamanımı aldı. Öyle bir çırpıda okunacak masalsı kitaplardan değil bu. Tamamı bilimsel araştırma yöntemlerine göre kaleme alınmış çalışmalardan oluşuyor. Bu sebeple, istatistiki bilgiler ve toplanmış verilerle ilgili tablolar arasında kaybolabiliyor insan. Vaka araştırmalarına gelince, her şey bir anda değişiyor elbette. Birbirinden farklı toplumlarda ve farklı dinlere mensup örneklemler arasında yapılan çalışmalar, bu çalışmalardan elde edilen tarafsızca ele alınmış veriler ve evet, olabilecek bütün bilimsel temellere dayalı yapılmış araştırmalarda ortaya çıkan gerçek vakalar.. Stevenson gerçekten tekrardoğuş inancını bilimin eşiğine taşımış... Bunu yapmaktaki amacı da, psikolojik tedavi gören bazı hastaların aslında 'hasta' olmayabileceği fikrini toplum ve bilim camiasına hatırlatmak.

Tekrardoğuş (reenkarnasyon) benim çok da yabancı olmadığım bir kavram aslında. Kitapta ve Stevenson'un çalışmalarında sıklıkla adı geçen ve bu tip vakaların yaşandığı düşünülen Adana'da doğup büyüdüm ben. Adana ve Hatay'da yaşamış neredeyse herkesin vardır uzaktan da olsa bir tanıdığı, tanıdığının kuzeni, komşusu ya da ınının nınısı yeniden doğduğuna inanan. Kitap zaten bazı bölgelerde bu vakaların neden daha sık meydana geldiğini de irdeliyor. Stevenson'un araştırmaları sonucunda elde ettiği tahmin, inanılan bölge ve toplumlarda kişilerin (çocukların daha çok) yaşadıklarını düşündükleri şeyi rahatlıkla dile getirebilmelerinden ve  anlatmaları için teşvik edilmelerinden kaynaklı olarak daha yaygın zannedilmesi. Tersi toplumlarda, kişiler bu yaşadıklarını düşündükleri deneyimden utanarak, aileleri tarafından bastırılarak ya da psikolojik tedavi görmek üzere uyuşturularak unutmaya daha meyilli oluyorlar.

Az önce 'tahmin' kelimesini kullandım, çünkü Stevenson'un kendisi, ne kadar derin araştırsa da henüz çürütülemez bir ispata ulaşmadığının farkında ve hiç bir çalışmasında herhangi bir dikte mevcut değil. Onun yapmaya çalıştığı şey biraz da, çeşitli şarlatanlıklarla insanların duygularını sömüren, bu işlerden para kazanan ve sırf bu kazancı yitirmemek için bilimsel temellerden uzak tutulan ruhani konuları bilimle barıştırmak. Bu yolda da çok büyük adımlar attığını öğrenmiş bulunuyorum şimdilerde.

Kitap yalnızca tekrardoğuş'tan bahsetmiyor. Başka bilim adamlarının tez ve antitezleri de mevcut. (Burada eklemeden geçmek saygısızlık olur, Stevenson, yaptığı çalışmalar sonucunda ispat etmeye çalıştığı şeyin aksi bir durum çıktığında da, açık yüreklilikle bu durumdan makale ya da yayınlarında bahsediyor.) Ayrıca, 'Haber verici rüyalar'a değinilen bir iki çalışma, 'ölüme yakın deneyimler'le ilgili bir takım çalışma ya da makaleler ve yaşandığı söylenen bir takım 'Ruh görme' deneyimleri de mevcut. Bu çalışmalarda adı geçen diğer bilim insanlarının da en azından adlarını yazmak istiyorum.

Dr. Satwant Pasricha,
Dr.Jonathan Venn,
Dr. Bruce Greyson,
Dr. Scott Rogo,
Dr. Michael B. Sabom.

Ayrıca, kitabın 3 ciltten oluşan bir yayın olduğunu eklemeliyim sanırım. Kitap, BİLYAY Vakfı tarafından hazırlanmış ve ne yazık ki çevirmenler konusunda bir bilgi içermiyor..

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kelebek - Henri Charriere

Çeviren: Aydil Balta
Bu kitabı ilk kez lise yıllarımda, evimizin tavan arasındaki anne-babamın parçalanmaya yüz tutmuş kitapları arasında bulmuştum. Annemin aşk konulu bir çok kitabını okuduktan sonra, sıra buna geldiğinde her şey değişmişti benim için. Sanırım bu durumda, her şeyin değişken olduğu ergenlik yıllarıma denk gelmesinin de etkisi olmuştur. Öyle ya, soyut düşünmeyi henüz keşfeden temiz bir zihne, özgürlük kavramını dibine kadar haykıran bir kitap rehberlik etmiş oluyordu.

Bir çoğunuz bu kitabı duymuş, okumuş ya da filmini izlemiştir sanırım. Kitabın bu kadar popüler olması elbette müthiş bir edebi eser olmasından ya da yazarın kullandığı benzersiz dilden kaynaklanmıyor. Bu kitabı gerçek, hislerimi bu kadar derin yapan, bu adamın anlattıklarını gerçekten yaşamış olması. Evet, Henri Charriere gerçek bir adam ve bu yazdıkları gerçekten yaşanmış olan. Bu özgürlük savaşı gerçekten verildi ve kazanıldı. İnanması çok güç değil mi..

Peki nedir verdiği savaş, biraz da ondan bahsedeyim. Detaylara girememek ve O'nun kelimelerini kullanamamak gerçekten çok zorlaştıracak işi. Çünkü, ne yaşadığını çok iyi bilen ve bunu tam da bizim anlayabileceğimiz basitlikte anlatabilmiş (bir yazar değil) sıradan bir adamın hayatı bu. Sıradan olmak, basit bir yaşamı gerektirmiyor çünkü. Bir gün bir şey oluveriyor ve herkes kendi tercih ettiği savaşı yaşamaya başlıyor.

Henri Charriere denen ve hayatını küçük işler çevirerek geçiren bir adam, bir gün bir cinayetin üzerine yıkılmasıyla Fransız Guyanasında ömür boyu küreğe mahkum oluyor. Bu haksız mahkumiyet, adamımızın içinde bir tek duyguyu diriltiyor. Özgürlük. Daha mahkumiyetin ilk gününde kaçılamayan yerden firar panları yapmaya başlıyor elbette.Hikaye biraz da burada başlıyor.

İlk firar deneyimi, iki arkadaş eşliğinde başlıyor. Derme çatma bir tekneyle okyanusa açılıyorlar, cüzzamlıların hapis tutulduğu bir adada bir süre reddedilmişlerin iyi niyetli misafirperverlikleriyle hayatta kalıp tekrar yola koyuluyorlar. Güney Amerikanın kuzeyinde bir sürü yerde bir sürü şey yaşadıktan sonra Kelebek, bir kızılderili kabilesinde uzunca bir süre yaşıyor. Burada kızılderili geleneklerine göre iki kız kardeşle evleniyor, hatta baba bile oluyor. Bir daha asla görmeyeceği çocukların babası. Özgürlük fikri burada da bırakmıyor peşini, ayrılıyor. En çok bu noktada kızdığımı hatırlıyorum Kelebeğe. Orada hem güvenli bir hayat, hem kendisine her şeyiyle bağlı bir aile, hem daha ne olsun, kızılderililer işte. Doğanın çocuklarıyla yarı mistik bir hayat. (Yıllar sonra tekrar okuduğumda hak verir gibi mi oldum ne?)

Boşuna kızmıyorum bu arada, Kolombiyada yakalanıyor ve Fransızlara iade ediliyor. Yeniden kürek cezası ve hatta üstüne firardan kaynaklı 2 yıl hücre cezası. Bağlantıları sayesinde, diri çıkılamayan hücreden her gün aldığı hindistan cevizi ve sigara takviyesiyle, sapasağlam çıkıyor Kelebek.

Çıkar çıkmaz bir sal yapmaya başlıyor ve salın bittiği gün yakayı ele veriyor. 8 yıl hücre cezası daha.. Bu kez her şeyin bittiğini düşünürken, hücre kuralları değişiyor. Haftada bir gün denize girip güneşlenme izni başlıyor hücredekilerin. Bu arada kaçış planları yapmaya devam ederken, bir kahramanlık yapıyor adamımız. Bir mubasır kızının hayatını kurtarıyor ve hücre cezası affediliyor. Şeytan adası denilen ve bu kez gerçekten 'kaçılamamış' olan yere, denizin ortasında, kayalıklarla çevrili bir 'aslında olmayan yer'e gönderiliyor.

Son firar hikayesi de işte tam burada başlıyor. O yüksek kayalıklardan denizi izleyip artık bittiğini düşünürken, görüyor çıkışı.. Kayalıklara vuran dalgaları yüksekten izlerken hep aklıma gelir bu sahne. O dalgaların beni alıp özgürlüğüme götüreceğine inanırım. Kelebek için böyle oluyor tam olarak. O dalgalar, onu alıp özgürlüğüne götürüyor. Venezuela'ya. Venezuela hükumeti, pişmanlığına inanıp, vatandaşlık veriyor ve ölene kadar burada mutlu mesut yaşıyor Kelebek.

Bilinçli bir şekilde iki kez okuduğum nadir kitaplardan birisidir kendileri. Her iki seferinde de bir şeyleri değiştirmiştir içimde. Tavsiyemdir, hala okumadıysanız, hata yapıyorsunuz a dostlar.