21 Ağustos 2012 Salı

Öteki Rüzgar ......................................................... Yerdeniz V - Ursula Krouber Le Guin

Çeviri : Çiğdem Erkal İpek
Batıdan da batıda
Arzın da ötesinde
Raks ediyor halkım
Öteki rüzgarda..

Tehanuya çok çok eskilerden öğretilen bir şarkı Öteki Rüzgar..

Detaylarını çok fazla dillendirmek istemediğimden, biraz daha özet geçeceğim değerli kitaptır kendileri.. Ursulam Leguinimin Yerdeniz'e beklenen sonu getirdiği, beni derin bir hüzne boğduğu kitaptır.. Bitmesin diye kendimi tuttuğum lakin dayanamayıp bir çırpıda bitirdiğim kitaptır...

Tenar ve Tehanu Lebannen'in davetiyle yola çıkarlar. Ejderhalar dönmek istemektedirler.. Ged tek başına çiftlik evinde Gontta kalmıştır. Artık sadece bir çiftçidir çünkü Ged. O sadece bir çiftçi.. İnsanın babasını yaşlanmış, yorgun görmesi gibi bir duygu bu.. Hüzünlü bir..

Neyse. Bu arada Roke okuluna yeni bir büyücü gelir, bu büyücü çok güçlü, gizemli ve gençtir.. Genç bir kadın. Fark edildiği anda (kapıcı elbette ki bilir ancak O'nun değerini de bilmektedir..) İrian denen kız, atılmak istenir. Sonra bir hal çaresi bulunur, İrian'a aşık usta O'nu yanına alır bütün sorumluluğunu da üstlenerek..

Ejderhalar antik zamanlarda ellerinden alınan toprakları istemektedir. Bir genç erkek cadı rüyalar görmektedir.. Ölen sevdiceği, rüyasında O'nu bir duvara çekmektedir. Uyuduğu her anda o duvarın önünde bulduğundan kendini ve korktuğundan.. Ged'e ulaşır bir şekilde. Ged kızılağacı tanır. Daha önce hiç görmediği halde tanımaktadır. Uyumasına yerdım eder bir süre, hikayesini dinler ve O'nu Lebannen'e gönderir. O duvarı geçmişte beraber geçtiği Lebannen'e.

Lebannen'in yanında Tenar ve Tehanu. Tenar bir aşık kadın. Tüm bu kudretin içinde Gonttaki kocasını düşünmektedir, aç mı - açıkta mı :) Tüm bu olanların ve büyücülerin cirit attığı bu dünyanın merkezinde  kadın'ı bir kez daha kudretiyle görüyoruz. Hatta bu kitap kadın'ın kudretine ithaf edilmiş sanki..

Hep birlikte Roke'a gidiyorlar. Roke'ta İrulan var. Tehanu İrulanı tanıyor bir şekilde. Bütün kudretli Usta'lar, Tenar, Tehanu, Lebannen ve İrulan..

Oh, yüreğim dayanmıyor.. İşin özü, ölüler diyarını dirilerden ayıran duvarı yıkmakta, ölüler. Onlara ölümsüzlük vadedilmiş bu yolla. Bu yol karanlık, bu yol dirileri de ölüler gibi bir alacakarnlığa çekmekte.

İki insan bedeninde ejderhanın kudretini görüyoruz sonunda. Tehanuyu tanıyorduk zaten, bu kez uçarken görüyoruz kocaman kanatları ve göz kamaştıran pullu bedeniyle Öteki Rüzgarda.. . Of. yüreğim dayanmıyor hala o sahneyi hatırlarken aklımda.. İki kudretli ejderha, iki gencecik kızdan doğuyor gökte.. Tehanu'nun yaraları iyileşiyor dans sırasında.

Asaletten kırılıyor bu kitap. :) Ejdera'nın ve kadın'ın asaleti..

Sonunu siz getirin. En azından bu kadarını yapayım.. Serinin ilk dördünü -tutamadım dilimi- anlattım durdum. Öteki rüzgarı okumadan, o heyecanı yaşamadan, 'okur'um demeyin.

Evet ben istifa ediyorum bu görevden (şimdilik), Öteki Rüzgarda ucuz yollu bir arsa bakıyorum hemen yarın..


15 Ağustos 2012 Çarşamba

Tehanu....................................................................... Yerdeniz lV - Ursula Krouber Le Guin

Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Ah Ursulam Nartanem nurtanem.. Yerdeniz serisine bir üçleme olarak başladığın halde, yıllar sonra dördüncü kitabı da yazmakla ne büyük mutluluk bahşettin sen bana :) Ayrıca Erkek egemen büyü dünyasına kadını tüm kudretiyle dahil etmen ne de yakışmış.. Ursula bacım diyor ki, Çevik atmacanın kendisine yakıştırdığı sonu yakıştıramadım ben zat-ı şahanelerine.. Hayal etmeye devam ettim, Tenar belirlemeliydi bu sonu. İşte böyle doğdu Tehanu..

Kitabımız Atuan Mezarlarından ve Kalessinle olan sohbetinden hatırladğımız Tenar'ın yıllar içinde hayatında ne gibi gelişmeler olduğunu öğrenerek geçiyor.. Gont'a Ogion'un yanına getirilen Tenar, bir süre Ogionla yaşıyor. Yeni dünyaya uyum sağlarken Ogion'un büyüye hakim olmayı öğretmek teklifini reddediyor ve küçücük bir çocukken ellerinden alındığı ailesine benzeyen bir hayat kurmaya karar veriyor.

Çakmak adında bir çiftçiyle evlenip bir kızı ve bir oğlu olduğunu öğreniyoruz Tenar'ın. Sıradan bir hayat yaşıyor, Ged'in asla anlayamadığı bir şekilde. Oğlu denizlere açılıyor, kızı evlenip annesi gibi sıradan bir hayata kavuşuyor. Kocası da ölünce Tenar, onu evinin yakınına gömüyor, kızına da 'ben mezarlara yakın yaşamaya alışkınım' diyor, kızı kendisini şehirdeki evine taşınmaya ikna etmeye çalışırken. Tenar güçlü bir kadın, Gont'lular bu uzaktan gelen kadına saygıyla karışık bir korkuyla yaklaşıyorlar. Tenar bu mesafeye alışmış, yalnızlığını korumaya çalışıyor Çakmak öldükten sonra..

Tenar kocası ölüp de çocukları evden uzaklaştıktan sonra bir gün, bir küçük kız buluyor ailesi olduğunu düşündüğü göçebe insanlar tarafından kamp ateşine atılmış ve ölüme terk edilmiş bir halde. Çocuğun gözlerindeki korkuyu okuyor, onu korumak için atılıyor.. Çocuğun yüzünün yarısı yanmış, bir parmağı eksilmiş. Belli ki büyük işkencelerden geçmiş.. Çocuğa kendi eski dilinde Alev anlamına gelen Tehanu ismini veriyor Tenar.

Tenar bu garip, az konuşan ürkek çocuğu sahipleniyor.. Bir gün yaşlı Ogion'un ölüm döşeğinde olduğunu öğreniyor ve Tehanuyla beraber Ogion'un yanına yola düşüyor. Bu arada yolda Tehanu'nun amcasıyla karşılaşıyorlar, Tenar cesaretiyle uzaklaştırıyor adamı. Ogion'a gidiyorlar birlikte, ona göz kulak oluyorlar. Ogion son günlerinde Tehanu'ya büyüyle ilgili bir şeyler öğretmek istiyor, Tehanu'yu tanıyor, göründüğünden daha fazlasını barındırdığını biliyor..

İstiyor ki Ogion, cenazesini Tenar düzenlesin ve Ogion'u diğer büyücülerin eline bırakmasın, evinin yakınlarında bir ağacın altına gömsün.. Yapıyor Tenar. İki yakın köyün büyücüleri geliyor. Zamanında Ged'in reddettiği karanlık tarafın cazibesinde kaybolmuş büyücüler bunlar. Tenar onlara izin vermiyor, Ogion'un vasiyetini yerine getiriyor..

Ölümünden sonra Ogion'un evinde kalmaya devam ediyor bir süre.. Bir gün Kalessin geliyor sırtında Ged'le beraber. Ged ölümün kıyısında, Tenar bu kez de Ged'e bakıyor hasta yatağında.. Ged sağlığına kavuşuyor ancak öteki dünyanın karanlığında yitirdiği büyü gücü bir daha gelmiyor.. Genç kral Lebannen Baş Büyücüyü Roke'a geri götürmek istiyor ya Ged yitirdiği gücünü açık etmeye cesaret edemiyor ne yazık ki.. Tenarla birlikte Ogion'un evini terk edip, Tenar'ın çiftliğine yerleşiyorlar. Bir keçi çobanı olarak yaşamaya başlıyor Ged. Gont'luların gözünde yaşlı bir kahya geliyor Tenar'ın işlerini görmeye. Hiç kimse bilmiyor Roke'un eski baş büyücüsünün o evde Atuan Mezarlarının isimsiz rahibesiyle birlikte yaşadığını.. Tehanu bu iki güçlü karakterle bir hayatın ortasında buluyor kendisini elbette..

Lebannenin adamlarına Ged'in yerini bilmediğini söyleyen Tenar, Şu an nereden geldiğini hatırlamadığım, dertlerinin ne olduğunu hatırlamadığım iki büyücünün tehdidinden kaçmak için Lebannen'in gemisine gidiyor Tehanuyla beraber. (Düzeltme: Bu iki büyücü işte o Ogion'un cenazesini isteyen karanlk tarafın büyücüleri. En Uzak Sahilde Ged'in alt ettiği büyük büyücünün yaverleri.. Ged'i ve etrafındaki güçleri yok etmek, ona ait olduğunu sandıkları kapıyı açıp karanlığın hükmünü sağlamak dertleri..) Lebannen'in büyük bir kral olacağını anlıyor Tenar, onunla çıktığı seyahatten dönünce çiftlikte bulamıyor Ged'i. Ged keçilerle birlikte dağa çıkmış. Ged'in tam da dönüş yoluna girdiği gece, Tehanu'yu almaya geliyor ailesinden iki adam.. Kızlarına sahip çıkmak değil dertleri, kızı sirklerde kullanmak, yeni işkencelerde bulunmak amaçları.. Bu iki adamı takibe başlıyor Çevik Atmaca. Kötülüklerini seziyor, kendi güçsüzlüğünden korkuyor.. Lakin adamlar Tenar ve Tehanuya saldırınca bizim ufaklığın o cesareti yeniden diriliyor, büyüsüz de güçlü olabileceğini anlıyor.. Tenar ve Tehanuyu o iki adamın zulmünden kurtarıyor Çevik Atmaca.. Bu gazla tabi Tenar bacım kahramanına sonunda iş atıyor.. O gece Tenar ve Ged'in yıllardır beklediğim ilişkisi başlıyor işte. Sıradan bir çiftlik hayatı yaşamaya başlıyorlar küçük kızları Tehanuyla beraber.. Garip bir aile oldukları kesin tabi ama özledikleri tek şey sıradanlık aslında.. Buluyorlar da.. Ta ki Tenar'ın denizci oğlu gelene kadar çiftliğe. Oğul denizlerden vaz geçmiş, abazalık vurmuş başına. Evlenecem ben diyor. Bu evde de ben yaşayacam, bak başının çaresine..

İşler çiftlikte karışmaya başlamışken, Tenar'ın arkadaşı olan köy cadısının ölmekte olduğu ve Tenar'ı görmek istediği haberi geliyor. Tenar, Ged ve Tehanu gidiyorlar yanına ve lakin o kötü büyücüler yeniden çıkıyor karşılarına. Tenar ve Ged yakalanıyor, Tehanu kaçıyor.. Kaçıyor ve Ogion'un evindeki Kalessin'in Ged'i getirdiği tepeye çıkıyor. Oradan Kalessin'e sesleniyor Tehanu.

Yüreğim hala çarpıyor o anları hatırlarken.. Kalessin geliyor kızının yanına.. Tehanu yarı insan yarı ejderha! Geliyor ve kötü büyücüden kurtarıyor Ged ve Tenar'ı.. Tehanudan Öteki rüzgara gelmesini istiyor. Ailesiyle olması gerektiğini söylüyor Kalessin. Ancak Tehanu da Ged ve Tenar gibi sıradan bir hayat istediğine karar veriyor.. Bu garip küçük aile, Ogion'un çiftliğinde o basit hayata başlıyorlar.. O kadar güce ve anıya ben de sahip olsam, ben de basit bir hayat isterdim heralde. Ama önce yaşamak gerek :P

Eski bir Baş Büyücü, eski bir İsimsiz Rahibe ve yarı insan yarı ejderha bir küçük kız..  Ne aile ama :))

Genelde kitaplarda kendime bir karakter bulurum, özdeşleştiririm kendimi onunla. Başından beri Tenar'a ısınamamıştım nedense. Saygım sevgim sonsuzdu aman yanlış anlaşılmasın lakin Tehanu olasım geldi be. Kalessin'in kızı, yaralı Tehanu. Düşünsenize yaranızı Ged ve Tenar sarıyor.. Ne hayat ama.. Düşünsenize ejderha efendisinden de öte, ejderhanın kendisisiniz be!

Ayrıcaaa.... Tehanu Roke Okulunun ilk kadın Baş Büyücüsü olma yolunda yazgılı görüyoruz ki.. Çok büyük büyücülerin Ejderhalarla konuşma şerefine nail olduğunu ve büyünün kadim lisan olan ejderha lisanında yapıldığını  hatırlarsak ne demek istediğim açık olur sanırım..  Hatun ejderhanın kendisi be.. Tabi ki iyi bir eğitimden sonra.. Eh iyi bir eğitim deyince de Ged, Tenar ve Kalessinden daha iyi hocalara kim sahip olabilir ki..

Evet evet Tehanu olasım var..

12 Ağustos 2012 Pazar

En Uzak Sahil...................................................... Yerdeniz lll - Ursula Kroeber Le Guin

Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
En uzak sahil, Ged'den başka hiç bir babayiğidin gitmeye cesaret edemeyeceği diyarda.. Şöyle söyleyeyim, mitolojideki Styx nehrinin açıldığı topraklar bizim Yerdeniz okyanuslarının sonundaki sahilin ta kendisidir..

Hikaye bir genç oğlanın Roke'a gelmesiyle başlıyor. Kendisine Arren denilen genç bir "üvez ağacı" prens bekliyor okulun bahçesinde. Başbüyücüye haberleri var, Enlad denen kendi krallılarında, Batı uç yörelerde büyü sözleri unutulmuş, büyü yapılmaz olmuş.. İnsanlar da bunu fark edemeyecek kadar hasta görünür bir umursamazlıktalarmış..

Baş büyücü topluyor Roke Ustalarını.. Kapıcı usta, Çağrı usta, İsimci usta, Şifacı usta, Dönüşüm Ustası, Yelanahtarı usta, Şekillendirme ustası, El usta, Okuyucu usta.. Arren anlatıyor durumu divana, sonunda Baş büyücünün yola koyulması gerektiğine ve yanında bir yıldaşın ihtiyaç olduğuna karar vriyor dokuzlar.. Arren de Ged'le beraber (evet baş büyücü Ged!!) yola çıkacak.. Büyünün kırıldığı yeri bulup tamir edecek Ged, Arrenin da yardımıyla..

İki kafadar düşüyorlar yola. Yol boyunca Ged sıradan yaşlı bir adam gibi davranıyor Arren'e ve karşılaştıkları herkese.. Arren sorguladıkça bilgelik fışkırıyor Ged'in kulaklarından.. Bir alıntı yapmak istiyorum, Arren ejderhaların kötü olduklarını savunuyorken Ged ona

"Ejderhalar! Ejderhalar hırslı, açgözlü, haindirler; acımasız,
vicdansızdırlar. 
Ama kötü müdürler? Ben kimim ki ejderhaların hareketlerini yargılayayım?..
İnsanlardan daha akıllılar. Onlar rü­ya gibidirler Arren. Biz insanlar 
rüya görürüz, büyü yaparız, iyi yaparız, kötü yaparız. Ejderhalar rüya 
görmez. Onlar rüyanın kendisidir. Büyü yapmazlar: Bu onların özüdür, 
varlığıdır. Onlar yapmazlar, onlar olur."
 
diyordu..

Neyse uzatmayayım lafı. Yol sürüyor, büyünün yok olageldiğini gözleriyle görüyor baş büyücü.. Kulaklarına çok güçlü ve dark side'a geçmiş bir büyücünün varlığı çalınıyor. Onu ve yaptığı kötülüğün kaynağını aramaya başlıyorlar artık.. Büyünün yok olmaya başladığı batı kıyılarına yol almaları gerekiyor. Eski bir büyücünün numarasıyla transa geçiyor ve hangi sahili aradığını anlıyor çevik atmaca. "Ufkabakan"la beraber batıya yelken açıyorlar yeniden..

Adalardan geçiyorlar.. Hatırladığım yaşlı bir büyücü kadın, gücü alınmış bir yığına dönmüş, atmacayı Karanlıkların karlıyla karıştırıyor. Ölümden gelen büyücü, kadim güçlü ve ölmeyecek olan..  Sonra adalardan birinden ayrılırken, ölümü arayan bir deliyi alıyorlar ufkabakana.. Sopli denen deli ölümsüzlüğü arıyordu oysa. Sonra bir saldırı geldi, Sopli öldü.. Atmaca mızrak yedi ve baygın düştü.. Son adanın yanından geçiyorlardı oysa.. Sonra bir şey oldu, açık denizin çocukları buldu onları, yardım ettiler Ged'e.. Yola çıkmadan önce iyilediler Ged'i. Orm Embar geldi sonra... En batıda, öteki rüzgarda ejderhaların delirdiğini anlattı Ged'e. Yardımını istedi Ged'in. Selidor'a gelmesini istedi ufkabakanla.. Ve Ged çıktı yola. Ve gördü ki büyü ejderhaları çılgına çevirmiş. Yerdenizin merkezi kaymış, kıyamet başlamış..Selidorda ejderhalar konuşamaz olmuş, savaşa başlamış, birbirlerini öldürmeye başlamış..
Orm Embarın yitişi karşılamış Ged ve Arren'i.. Selidorun en batısında ejderha kemikleri arasında bir karanlık geçiş görüyor Ged, eskilerden tanıdığı Cob diye bilinen büyücüyü hatırlıyor. Hep karanlık tarafa yakındı zaten, şimdi karanlığa geçmiş Cob ile bir güç savaşına giriyor Ged. Ged yenilecek kadar zayıflamışken Orm Embar tüm gücüyle saldırıyor Cob'a. Onun fiziksel bedenini yok ediyor kendisiyle beraber.. Lakin Cob'un yenilmesine yetmiyor bu durum, Cobla bir kovalamacaya giriyor Ged. O uzak sahildeki duvarı görüyor, geçiyor duvarı. Ölüler diyarına bir kapı açılmış, ölülerin duvarı dirilerle birleşmiş. Ölmek yokmuş artık, yaşamak da.. Cob kendi ölümsüzlüğü uğruna tüm Yerdeniz halklarını ne öldürmüş ne diriltmiş.. Ged ve Arren Cob'u ölüler diyarına kilitliyor lakin Ged büyük bir bedel ödüyor bu savaşın karşılığında..

Yerdeniz ve ölüler diyarı yeniden ayrılıp kapı kapandığında Kalessin geliyor.. Kalessin benim Orm Embardan sonra en saydığım ejderhadır seride.. Geliyor ve Arrenle beraber Ged'in baygın bedenini alıyor.. İlk kez bir ejderha bir insanoğluna yardım ediyor..

Arren'i Roke'a taşıyor Kalessin. Ged'i ise Gont'a.. Tenarı buluyor Kalessin, ona adını söylüyor ve üzerine tırmanması için müsade ediyor.. Tenar Ged'i alıyor, Ogion'un evine götürüyor öylece..
Arren de Yerdenizin güçlü, adil kralı oluyor falan işte..

Ahh Kalessin, beni de al sırtına.. Beni de götür Gont'a. Ah Kalessin. Bene Kalessin diyen dillerini yirim. :)

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Atuan Mezarları.................................................... Yerdeniz ll - Ursula Kroeber Le Guin

Çeviri:Çiğdem Erkal İpek
İçim bir hoş oluyor bu kitabın adını bile duydukça. Ursula bu kitapta tek kelimeyle cinsellik anlatıldı diyor.. Ben ise çok masum bir aşk okudum :) En azından hatırladığım kadarıyla..

Atuan Mezarları denen yerde karanlığa hükmedecek bir tapınak, bu tapınakta isimsiz bir kız çocuğu.. İsimsiz çünkü kutsallığı bozulmamalı, isimsiz çünkü hiç bir büyü ona dokunmamalı.. Tapınağın sıradaki rahibesinin yetiştiriliş öyküsünde açıyoruz gözlerimizi. Atuan bir ada bu arada..

Henüz altı yaşındayken ailesinden alınmış 'isimsiz olan'dır Tenar. Atuan mezarlarında karanlıklar içinde yaşamaktadır. Alındığı andan itibaren ismi de alınmıştır elinden, 'isimsiz olan' anlamına gelen Arha deniyor adına. Tapınakta bir tek arkadaşı, güvenebileceği bir tek insan, Manan isimli zavallı bir hadım bulunuyor. İki güçlü rahibe olan Thar ve Kossil denen kadınlarla beraber yaşıyor ve onların çekişmelerinden kurtulabilmek için zamanla, karanlık yer altı labirentlerine sığınıyor Arha. Labirentler zifiri karanlık, el yordamıyla duvralara dokunarak ilerliyor her yerde. Korku denen şey yaşamıyor Arha'nın içinde.. Labirentler ölümcül.. Arha evde hissediyor kendisini o derinliklerde, yapayalnız ve nemli karanlıkta..

Thar, Arhayı sevip korurken Kossil kendi gücü için bir adım olarak görüyor aslında ve Thar'ın ölümüyle Arha daha da yalnız kalıyor, daha uzun zamanlar geçiriyor yalnız labirentlerinde..

15 yaşına geldiğinde, bir genç kız olmak yolunda ilerlerken kızımız bir adam çıkıyor karşısına o karanlık, nemli labirentlerde. Önce korkuyor sonra kızıyor lakin gördüğü tek erkek Manan olan Arha'nın tüm dünyası değişiyor bu adamla. Adam da kim dersiniz.. Bizim Çevik atmaca büyümüş de bilge bir adam olmuş. büyümüş de bir genç kızı etkilermiş :) (Çevik Atmaca, nam-ı diğer Ged, Yerdeniz Büyücüsü kitabındaki kahramanımız.. ) Ged, uzun zamandır kayıp olan tılsımlı Erreth-Akbe (Yerdenizin efsanevi büyücüsü ve ejderha efendisi..) halkasının yarısını 'Yerdeniz Büyücüsü' kitabında, gölgesini ararken sığındığı bir adada bulunan yaşlı kadından almıştı (saygıdeğer -saygıya değmeyeni varmola?- bir ejderha, onun ne olduğunu söylemiş ufaklığa), diğer yarısını da Mezarlardan almaya geliyor. Halka birleşip güvenilir ellerde barınmaya başlayınca Yerdenize kaybedilmiş barış ve adalet yeniden gelecek.

Arha Ged'i kaybolmuşken buluyor labirentlerde. Kutsal olana saygısızlık yaptığına inandığı için ölüme terkediyor onu. Sonra merakına yeniliyor geri geliyor yanına.. Yalnızlık öylesine zor ki, Ged'i bir tutuklu olarak bulunduruyor labirentlerde. Onu dinliyor, labirentlerin üzerinde, güneşin altında yaşanan dünyayı dinliyor.. Saygı duyuyor ona, ondan çekiniyor.. Yaşamaya devam etmesi için her gün yemek ve su veriyor, her gün biraz daha bağlanıyor.. İşi bittiğinde ya da sıkıldığında öldürmeyi planlayarak her gün Ged'e geliyor..

Kossil, Ged'in varlığını öğrendiğinde kıyamet kopuyor tabi. Ged'in 'isimsiz olan'a kurban edilmesi gerektiğini söylüyor. Arha ise ben 'isimsiz olan'ım kurban edilmeyecek bacım diyor. Yirim seni diyor. Benim gönlüm kaydı bu yabana, ne olur beni anla diyor. Kossil dinler mi, tutturmuş ölecek de ölecek...
Neyse cıvıtmayayım, Ged'de ölecek göz var mı hiç :)
Kossil ve Arhanın arasındaki şimşekler büyüyor ve Kossil Arha'ya, sadece Tanrıkral'a sadık olduğunu, Arhanın aradan çekilmesiyle güçleneceğini açık ediyor.. Arha şimdiye kadar inandığı her şeyin yalanlardan ve karanlıktan ibaret olduğunu öğrenince Ged'le beraber kaçmayı ve bütün her şeyi geride bırakmayı planlıyor sakince.

Ged alıyor alacağını ve çıkıyorlar yollara.. Tenar güvensiz, Tenar çocuk. Büyüyor yolda, bir kadın oluyor yavaş yavaş.. Ve yol bitiyor.. Tenar tek güvenli yere emanet ediliyor, yaşlı Ogion'a elbette. Ogion alıyor özel emaneti, bir baba gibi yetiştiriyor..

Erreth-Akbe halkası birleşiyor, Ged Yerdeniz'e barışı bahşediyor.. Artık bizim ufaklık diyemiyorum kendisine bu kitapla birlikte büyüyüp kocaman adam oluyor Ged. Büyük bir büyücü oluyor gözümde..

Tenar'ı da görmek istiyorum elbette. Bundan böyle Ged ve Tenar olsun istiyorum seride.. Lakin Ged yalnız bir kovboy ve Tenar isimsiz rahibe, sıradan bir hayat istiyor kendine.

Bu arada ilk kitap bir oğlan çocuğunun büyümesini konu alırken burada da bir kız çocuğunun büyümesini izliyoruz. Söylemeden edemedim :)
Saygılar..


3 Ağustos 2012 Cuma

Yerdeniz Büyücüsü............................................ Yerdeniz l - Ursula Kroeber Le Guin

Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Uzun zamandır cesaret edemediğim serinin zamanı geldi de çattı işte.. Dune serisinden sonra beni en çok korkutan seridir kendileri. Dune'un son kitaplarını okumuş, okurken haz almış lakin anlatmaya gerek görmemiştim sanırım. Bu seri Dune kadar kapsamlı olmasa da her bir kitabın üzerinde ehemmiyetle durulması gerekiyor.. Seri başlangıçta bir üçleme olarak doğuyor ancak nartanem nurtanem Ursulam Le Guin'im devamını getiriyor.. Hatta başlarda erkek egemen bulduğu büyü dünyasına kadını ustaca yerleştiriyor..

Eli öpülesi yazarımız öyle bir dünya tasarlıyor ki, o dünyaya öyle güzel ırklar yerleştiriyor ki.. Başlayayım da anlatmaya, arada aklıma geldikçe araştırmalarımdan edindiğim bilgileri de serpiştiririm..

Yerdeniz denen dünya uçsuz bucaksız bir okyanus ve üzerindeki takım adalardan oluşuyor. Adalarda yaşayan halklar genelde farklı ırklardan. Diğer fantazi öykülerindeki gibi beyaz ırkın hakim olduğu cillop gibi sarışın mavi gözlü oğlanlarla pamuk prensesimsi hatunlardan oluşmuyor dünya.. Bildiğin karamık oğlanlar, çekik gözlü kızlar falan var.. Bu kadar benimsememin sebebi de bu olabilir belki. Bir de ejderhalar var tabi :) Yerdeniz henüz tamamı keşfedilmemiş bir dünya. Batının ötesinde ejderhalar yaşamakta ve uzak bir sahilin ardında ölüler diyarı olduğu sanılmakta.

Kahramanımız, bronz işçiliği yapan bir babanın oğlu, annesi doğum sırasında öldüğünden, köy cadılığı yapan teyzesiyle yaşamakta. Kadınlar ancak basit şifacılık işleriyle uğraşabiliyor ve ne kadar kudretli olurlarsa olsunlar büyücülük mertebesine asla erişemiyorlar ne yazık ki bu dünyada. Kahramanımız Çevik Atmaca, teyzesinden duyduğu bir takım büyüleri kullanmayı öğreniyor farkında bile olmadan ve güçlü bir düşmana karşı köyünü mucizevi bir şekilde kurtarıyor. (İklim büyüsü yapıyor ve düşmanları kör halleriyle uçurumdan yuvarlıyor..) Bu kurtarışla Çevik Atmaca, yakınlarda yaşayan güçlü büyücü Ogion'un dikkatini çekiyor ve Ogion bu kadar güçlü bir genç oğlanın iyi güçler adına eğitilmesi gerektiğini düşünüyor. İsim günü geldiğinde Kadim lisandan seçilmiş Ged ismi veriliyor Ogion tarafından ufaklığa.. Yerdenizde, büyünün hüküm sürdüğü bu dünyada, büyünün yapılabilmesi için kişinin ya da nesnenin gerçek ismini bilmek gerekiyor.. (Death Note'ta da benzer bir durum söz konuysuydu. Alakasız oldu ama aklıma geldi işte :P) Herkesin bir gerçek bir de bilinen ismi var ve büyük büyücüler bu isimleri de bilmek kudretine sahip oluyorlar. İsimleri bilmek için kişiyi ya da şeyi iyi tanımak, işaretleri görmek gerekiyor. Ged ismi Ogion tarafından veriliyor ve bir daha kolay kolay dillendirilmiyor..

Büyünün kaynağına gelince, fantastik öykülerde klasik olduğu üzere, büyü ejderhalardan doğuyor. Ejderhalar öteki sahilde yaşamakta ve insanlarla irtibat kurmamaktalar. İnsan soylarını zavallı ve kötü bilmekte ancak çok güçlü büyücülerle diyalog kurmaktalar. Ahh, sevgili ejderhalar.. Eskiden de ejderhalara hayrandım ammaaa.. Yerdenizin ejderhaları öyle özeller ki.. Ejderha olarak reenkarne olacağımı bilsem, atardım kendimi bir uçurumdan.. O kadar diyeyim yani... Bir de ejderhalar 'kadim Lisan'da konuşuyorlar. Büyü kadim lisan kelimeleriyle mümkün oluyor..

Neyse dağıttım konuyu. Çevik atmacanın büyümesini anlatıyordum.. Ogion gelip Ged'i alıyor ve eğitmek adına kendi köyüne götürüyor. Ged bir çocuk, Ged ukala. Eğitim umduğu kadar hızlı ilerlemediği ve Oralarda güçlü olan Re Albi kontunun dark side'a geçen küçük kızının gazına geldiği için kötüler diyarından bir varlık çağırıyor. Bir gölge. Ogion zar zor kurtarıyor Ged'i ve onu korumaya devam edebilmesi için ya kulübeden hiç ayrılmaması ve burada sükunet içinde eğitimini tamamlaması ya da Roke adasındaki Büyücüler Okuluna gitmesi gerektiğini söylüyor. Kendini beğenmiş küçüğümüz elbette macera dolu olan yolu, Roke'da yaşamayı seçiyor.

Yolculuk o varlıktan kaçıp korkarak geçiyor ve sonunda Roke adasına vardığında okulu bulup kapısına dayanıyor.. Kapıcı bir parola istiyor Ged'den.. Oraya gelen kim ki bu parolayı bilmez ise, oraya girmeyi hak etmiyor demektir çünkü. Ged başlarda korksa da sonunda kendi adını dillendirerek geçmeyi başarıyor kapıdan. Eğitim başlıyor, Ged hızla çok güçlü bir büyücü olacağının sinyallerini veriyor. Lakin korkutuyor da aynı zamanda, karanlık tarafa geçerse eğer büyük bir belanın yetiştirilmesi demek oluyor bu eğitim..

Kitap, Ursulamın da dediği üzere, Çevik Atmaca'nın büyümesini konu alıyor. Kendini beğenmiş oğul, Jasper denen bir başka öğrenciyle gurur çatışmasına girdiğinden bir vakit yine büyük bir hata yapıyor.. O kaçtığı varlığı bir kez daha çağırıyor ve okul'un Baş Büyücüsü kendi canı pahasına Ged'i kurtarıyor. Varlığı durdurabilecek bir büyü yok çünkü varlığın bir ismi yok.. Büyük bir ders alan Ged, sakinleşiyor, ve normal bir öğrenci gibi mezun oluyor okuldan. Yeni Baş büyücü Ged'i yardım isteyen bir köye Büyücü olarak gönderiyor. Köy, büyük bir Ejderhanın saldırısı altında. Oralarda her yerleşimin bir büyücüsü oluyor neredeyse, Roke'tan mezun olanlar köylere yerleşiyorlar sıklıkla. Ged, yaşadığı büyük korkular ve Baş büyücünün hayatına mal olan hatasından sonra sakin bir heyet yaşamaya gidiyor aslında o köye.. Pek öyle olmuyor ama..
Ejderha saldırıya geldiğinde Ged sakince atlıyor kayığa düşüyor Ejderhanın gittiği güzergaha. Ejderha il göz göze geldiğinde konuşmaya başlıyor ejderha. Ejderhalar yok etmeden bir insanla konuşursa eğer o insan saygıyı hak ediyor demektir ve o insana Ejderha Efendisi denir. Bizim ufaklık bir Ejder efendisi olduğunu o anda öğreniyor.. Ejderha onu ve tüm köyü talanla tehdit ediyor, çocuklarını korumak adınaydı sanırım.. Detayını hatırlamıyorum ama Ged'in eski bir efsaneden yola çıkarak oynadığı blöfü çok net hatırlıyorum. Ejderhaya Kadim Lisandaki gerçek adıyla hitap ediyor Ged, Yevaud.. Ve ejderhaya bu köye bir daha asla saldırmayacağını, bu şartlar altında kendisi ve çocuklarının hayatta kalmasına müsade edeceğini söylüyor.. Ged'in Kadim Gücü işte bu anda çıkıyor karşımıza. Ejderha onaylıyor!

Ged oradaki işini bitirdikten sonra Roke'a dönmeye karar veriyor.. Roke yolunda bir gemiye biniyor lakin Gemi her ilerlediği metrede bir sorunla karşılaşıyor. Hava o kadar fırtınalı ki, Roke'a bir türlü ulaşmıyor. İklim büyüleri bile işe yaramıyor.. Ged anlıyor ki gölge hala peşinde. Ve o gölgeyle olan bağını koparmadıkça Roke'a dönüşü bir daha asla gerçekleşmeyecek.. İniyor gemiden, hava açılıyor, deniz sakinliyor, Roke ufukta beliriyor..
Ged indiği Osskil adasında bir haneye misafir oluyor hatırlayamadığım bir şekilde.. Hanenin Lordu yaşlı bir adam.. Ged'i başı üstünde ağırlıyor ve adamın gizemli karısı bilin bakalım kim çıkıyor... Yıllar evvel Ged'i gölgeyle buluşturan ufak cadı.. Cadı Ged'i köleleştirmeye çalışıyor ki onun gücü üzerinden kendi karanlık gücüne kavuşabilsin.. Gölge yeniden güçleniyor.. Bunu fark eden ged bir atmacaya dönüşerek uçmaya başlıyor.. Uçuyor, uçuyor, uçuyor.. 
Sonunda Ogion yorgunluktan bitap düşmüş bir kuş buluyor kapısında. Zavallıyı alıyor, onarıyor.. O kadar uzun süre dönüşüm büyüsünün etkisinde kalmış ki Ged, bir daha insan olamamaktan korkuyor.. Onu bulur bulmaz tanıyan Ogion yaralarını iyiledikten sonra Ged'e kaçmamasını öneriyor. Kaçarak yaşayamazsın, eninde sonunda gafil avlanırsın çünkü. Avlanmaması gereken yegane kişi de Ged tabi ki.

Ged gücünü topladıktan sonra ustası Ogion'a 'ben ava çıkıyorum' diyor ve kovalamaya başlıyor isimsiz varlığı. Okyanusa açılıyor bir kayıkla, yol alıyor günlerce. Gölge kayığa saldırıyor ve parçalanmış kaykla Ged bir takım kayalıklara vuruyor.. Küçük bir adada kayalıklar ve yaşlı bir adamla bir kadın.. Küçük yaşta o adaya terk edilmiş asil iki kardeş var adada. Dış dünyayı ve insan olmayı unutmuş olsalar da Ged'e yardım ediyorlar. Kadın yarım bir halka veriyor Ged'e.. (Halka Atuan Mezarları'ndaki Erreth-Akbe halkası.)

Tekrar düşüyor yola ve bir adaya çıkıyor yeniden. Orada okuldan yegane arkadaşıylla karşılaşıyor.. O adanın büyücüsü olmuş, ailesiyle birlikte küçük bir evde yaşıyor Vetch. Vetch son adada yaşıyor ve Ged'i yolculuğunda yalnız bırkmayı kabul etmiyor elbette. Beraber açılıyorlar denize. Ged yeniden başlıyor gölgeyi kovalamaya. Vetch göremiyor hiçbir şey ancak, yanından da ayrılmıyor Ged'in. Gölge duruyor denizin sonunda bir karanlık adanın ortasında. Kayık toprağa yanaşıyor, Ged iniyor kayıktan.. Kovaladıkça güçleniyor, yaklaştıkça ismini hatırlıyor.. Aynı anda birbirlerinin ismi dökülüyor ağızlardan: Ged. Gölge ve Ged birleşiyor sonunda.. Ada kayboluyor, Vetch suda yürüyen Ged'den başka hiçbir şeyi görmediği halde şu an suda ve baygın olan bedenini alıyor kayığına ve geri dönüyor küçük adasına..

Sonunda Çevik Atmaca gerçek bir usta oluyor, gururunu ve karanlık tarafa dair her türlü zaafını, kendi karanlık tarafıyla birlikte yeniyor ve Yerdeniz'e yeniden bir denge getiriyor..

Evet evet ben Yerdeniz vatandaşlığına geçmeyi talep ediyorum. Talepleri kim alıyor acaba, Turkiye.gov.tr'den denesem..

Tanyeri Horozları.................................................. Bir Ada Hikayesi lll - Yaşar Kemal

Öyle güzel bir örüntüsü var ki serinin.. Tanyeri Horozlarında da başlayan hayatı anlatıyor tapılası insan Yaşar Kemal.

İlk kitap mübadeleyi ve darmadağın insanların yaralı kırık dökük ruhları ve bedenleriyle sığındıkları adayı ve süreci anlatıyordu.. İkinci kitapta yaralarını usul usul sarışlarını, hasretleri,ni ve ağıtlarını anlatıyordu.. Bu kitapta ise artık ayakta durmayı başaran zavallı insanoğlunun bir ecnneti nasıl cehenneme çevirebileceğini anlatıyor. Doğa ve insanın kapışması anlatılıyor en net hatırladığım.. İlk kitabı anlatırken bir durumdan söz etmiştim hani. Kış gelince adanın ağaçlarını kesip ısınmaya niyetlenen dangozları hatırlıyorum demiştim hani. İşte o durum bu kitaptaydı ne yazık ki.. Adada kurulan hayatın bulduklarından çok çirkin hale getirilmesi anlatılıyor. Ne yazık ki elimizi attığımız her yeri berbat etmekte üstümüze yok millet olarak. Biz dediğim o adadaki halkların toplamı elbette. Birisi bozuyorsa diğeri de durdurmak için doğru olanı yapamamak basiretsizliğini gösteriyor.

Aslında Türkiye tarihine de çok güzel bir yansıması var Karınca Adasının.. Önce yıkık dökük bir harabe, sonra yaraları sarılan bir hayat ve ardından biraz karnı doyanın bencilce harap etmesi o hayatı..
Tabi ki sadece doğa ve insan çekişmesi anlatılmıyor kitapta. En zor durumlarda bile aşkın nasıl da peydah olduğu ve yaraları en etkili antibiyotiklerden bile hızlı nasıl iyileştirebildiği de var. Eh aşk olmadan olur mu ya, olmaz. Aşksız olmaz..

Bu arada kitap yarım kalıyor, dördüncü kitabı bekliyor insan haklı olarak. Lakin o kitap gelmedi, bir türlü gelmiyor.. Az önceki araştırmalarımdan "Çıplak Deniz Çıplak Ada" ismini buldum seriye dair. Yaşar Kemal'in kendi ağzından bir röportaj.. Dilerim ki gelsin bir an önce.. Lakin adından anladığım kadarıyla kitapta, sonunda nasıl adanın içine edildiği anlatılacak galiba..

Karıncanın Su İçtiği............................................. Bir Ada Hikayesi ll - Yaşar Kemal

Bir ada hikayesi serisinin ikinci kitabı Karıncanın Su İçtiği. Bazen bir yemek yersiniz de tadı kalır damağınızda ama içinde hangi malzemeler olduğunu bilmezsiniz ya.. Yıllar sonra o yemeği her hatırladığınızda, aynı tad, aynı duygu olur ya hani.. İşte öyle bir kitap bu da.

Mübadeleyle gelenler, Anadolu'da açlık ve kıyımdan kaçanlar.. Birbirine yabancı bir kalabalığın beraber kurmaya başladığı hayatı anlatıyor bu kitap.Nasıl da aynı toprakların çocukları olduklarını anlatıyor. Bazen can yakıyor bu kitap bazen umut saçıyor.

Hasretin kitabı bu. Kayıp sevdiklerini bekleyenlerin kitabı. Bazen bir ana, oğlunu bekleyen.. Bazen bir genç kız, sevgilisini özleyen.. Bazen bir oğul, babasını gözleyen.. Bazen bir yaşlı adam toprağına hasret. Bazen de bir genç adam karısını yitiren. Hasretin ve acının kitabı bu Karıncanın su içtiği.

Aynı zamanda da yeniden doğuşun kitabı. Yeşeren hayatın, filizlenen tohumların yaban diyarlarda.. Kendi evinden uzakta yeni bir ev kurmaya çalışanların kitabı bu. Gurbet nere, sıla nere bilmeyenlerin kitabı..

Öyle bir kitap ki bu o adada yaranızı sararken buluyorsunuz kendinizi.. Denizi kokladığınızı düşündüğünüz gibi, esen rüzgarın yanağınızda gezinmesini duyduğunuz gibi. "Deniz öyle bir dugundu ki karıncalar su içerdi, bir tek dalga peydah olsa, alır götürürdü herbirini" Ağaçlar öyle güzeldi ki, göç mevsimi kuşlar uğramadan edemezdi adaya. Cennet bahçelerinden bir müzik yayılırdı, ahenkle ve müthiş bir renk cümbüşüyle dans ederlerdi havada.. Öyle güzeldi ki evleri gidenlerin, öyle güzel bahçeler yetişmiş, öyle güzel çiçekler terk edilmişti ki, giderken canlarını burada bırakmış olmalılardı..  Onlar da sökülüp atılmış zavallılardı..

İşte böyle bir cennet bahçesinde yaralarını sarmaya çalışan halkların öyküsü bu 'Karıncanın Su İçtiği'. Yıllar sonra tadı damağınızda kalacak bir ziyafet gibi..

2 Ağustos 2012 Perşembe

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana .......................... Bir Ada Hikayesi l - Yaşar Kemal

Yıllar oldu okuyalı bu kitabı. Geçenlerde bir rüzgar esti, Poyraz Musa geldi aklıma :) O günden beri aklımda, yazayım bu hikayeyi.. Yaşar Kemal'in hakkını vereyim -ben de kim oluyorsam işte- bir okur olarak.. Ne yürek burkan, ne can yakan bir hikayeydi bu. Ne umutlu, ne gelecek vadedendi de aynı zamanda.. Bu arada bu kitap bir serinin ilk kitabı. Dörtleme olarak biliyordum, YKY resmi sitesinde bile dörtleme olarak geçiyor lakin üç kitapta kaldı ne yazık ki. Yıllardır arıyor, bekliyor, dördüncüyü bulamıyorum.. Diğer ikisini de anlatacağımdan emin olabilirsiniz elbette.. Bu arada bendeki kitapların yayın evi Adam olduğu için eski kapak tasarımlarını kullanıyorum.. Kendi okuduğum kitapların kapaklarına riayet etmeye çalışıyorum her zaman.. Neyse, artık anlatıma geçeyim.

Fırat suyu neden kan akıyor? Birinci dünya savaşı sırasında düşmanlar yurda zulmederken, ortadoğuda zulümden beteri işleniyor Yezidilere karşı. Kıyıma uğrayan Yezidilerin kanı akıyor Fırattan, Fırat kızıl akıyor.. 
Lakin hikaye bundan ibaret değil elbette. Hikaye bir savaş Gazisi olan Poyraz Musa üzerinden, o dönemde memlekette yaşananları anlatıyor. Okuyunca diyorsun ki, bugün yaşananların hiç birimizle ilgisi yok aslında, geçmişle uzaktan yakından ilgisi yok. Zulme hep beraber direnmiş, hatta direnememiş halklar var ortada. Göz yaşları ortak, ağıtlar ortak. Bugün yaşanan bambaşka bir aptallık, bambaşka bir yıkımın tarihçesi..

Neyse..
Poyraz, savaş bitince memleketine dönüyor, kimseler yok. Taş taş üstünde değil, düşüyor yola. Lozanda mübadele kararı alınmış. Rumlar evlerinden sökülüp atılmış, adalar boşalmış, haneler başıboş kalmış.. Boşalan adalardan biri, Karınca adası. Poyraz gidiyor adaya, henüz kimseler yaşamazken, bir hayalet ada iken Karınca, bir ev alıyor kendine, yerleşiyor hanesine. Bu arada kanlıları var Poyraz'ın, adını ondan değişiyor, ondan adaya yerleşiyor. Kimsesiz bir hayat istiyor, sessiz, kansız, ölümsüz..
Adada bir süre tek başına olduğunu zannederken Poyraz, bir yaşlı kadın ve bir genç adam görüyor, tanıyor, hatta seviyor zamanla. Lena ve Vasili. Gizlenmişler mübadeleden, gitmemişler yuvalarını terk edip. 'Nasıl giderim?' diyor Lena. 'Gençliğimi, geçmişimi ve şimdimi bırakıp da nasıl giderim a Poyraz..'

Adada üç yalnızinsan, üç ağlayan can, aile oluyor bir anda ki bir gün diğer taraftaki evlerinden sökülen Türk aileler gelmeye, buradaki evlere yerleştirilmeye başlanıyor.. Deniz yoluyla gelmişler, hayvanlar gibi istiflenmişler. Ölenleri olmuş yolda, geçmişlerini bırakmışlar Rumda.. Ve ardından Anadoludaki kıyımda yersiz yuırtsuz kalanlar düşüyor adaya. Açlıktan, hastalıktan, fakirlikten ölmeye yakın geliyorlar. O Anadoludan gelenler içinden hatırladığım bir Dengbej Uso var ki, unutulması nasıl mümkündür bilmem. Kitabı okuduğum 19-20 yaşımda henüz Dengbej nedir bilmezken çıkmıştı karşıma. Kimsenin dilini bilmezlerdi ailece. Kimseye dertlerini diyemezlerdi.. Ta ki Uso o ortak lisanla, ağıt denen o can yangınıyla geceleri dillendirene kadar.. Bir de Rumdaki evinden sökülmüş bir aile var aklımda. Musa kızlarından birine yanıyordu hatırladığımca. O kızın yürek yangınını hatırlıyorum da, bahçemizdeki ağaçlar kendine bakar ya, ahırdaki atlara bakan oldu mu acaba diyordu. Evim evim diyordu da, başka bir şey demiyordu..

Ha bir de kabak çiçeği dolmasını ilk onlardan duymuştum, Yaşar Kemal'in o insanüstü anlatımıyla ağzım sulanmıştı da anneme hemen tarif edip yaptırmıştım :) Biz kabağın meyvesini yeridik eskiden, çiçeğini bilmezidik :)

Bir de hiç aklımdan çıkmayan bir durum var.. Ada insanla doldukça ihtiyaçlar artıyor ve kış gelince halktan bazıları ağaçlara dikiyordu gözlerini. O güzelim cennet adayı zorla terk etmek zorunda kalan Rumların  yıllarca bakıp büyüttüğü o güzelim ormanları kesip odun yapıyordu yurdum insanı.. Bu da utandıran bir tarafıydı aslında..
Kitap güzel, tarih kokuyor. Okununca bakış açısı, fikri gelişiyor insanın. Değişmiyor elbette, gelişiyor sadece. Bizler ne yazık ki kendi çemberlerimizde, kendi bakış açılarımızda yaşayıp duruyoruz. Kitaplar ya da yaşananlar pek değiştiremiyor sabit fikirlerimizi bizim. Öyle işte.



28 Temmuz 2012 Cumartesi

Deliliğe Övgü - Desiderius Erasmus


Çeviri : Hasan İlhan
 Bir kaç yıl önce bir kitap fuarında adına kanmıştım bu kitabın. Erasmus denen adamı duymuştum felsefe kitaplarından.. Mühim bir adamdı, çok kitabı olmuş ama günümüze ancak bir tanesi kalmıştı. ‘deliliğe övgü’ vurucu bir isimdi, Erasmus bireyci insancılığın (humanisme) ünlü düşünürü diye geçiyordu. Yeniden doğuş dönemi diye geçen, Rönesans (renaissance) diye bildiğimiz dönemin ünlü düşünürüydü.. Ne dediğini ara sıra okurdum ama kendi yazısından okumak başka bir ‘delilik’ çıktı. Deliliğin dilinden öyle ilginç anlatmış ki dünyayı.. O dünya biraz örnek alınası bir dünya aslında.
Anlatacak öyle çok şey söylemiş ki bir tek kitapta, dilim dönmez anlatmaya. Keşke başka kitapları da kalsaydı, kitabı kalmadıysa bazı eski yunan filozofları gibi öğrencilerinin dilinden dinleseydik ya sözlerini..
‘Deliliği mutluluk için verdim ben. Bebeklikte akıl başta değildir, çocukluk desen en deli günlerimiz.. Mutluluk vardır bu dönemlerde, boşuna değildir gençliğe ‘deli kanlı’ denilmiştir.. Yaşlılıkta vücudun çöküşüne katlanacak delilik olmasa kim direnebilirdi ölümün adım adım gelişine? Ben deliliği verdim ki mutluluk onun içinde. Ne zaman ki us girer devreye o zaman başlar mutsuzluklar..’
Şöyle yapayım aslında, Orhan Hançerlioğlu, ‘Düşünce Tarihi’ isimli büyük eserinde az biraz özetlemiş Erasmus’un sözlerini. Oradan alıntılayayım ki, dilim dönmeyecek belli ‘deliliğe övgü’ye...
Tanrılar ve insanlar üstüne sevinç saçan yalnız benim. Anamın adı Neotet’tir (gençlik). Mutluluk adalarında (Kanarya adalarının eski adı) doğdum. Methe’yle (sarhoşluk) Apoidia (bilgisizlik) benim sütninelerimdir. İzzetinefis, yüzegülme, tembellik, şehvet, bunaklık, zevkusafa, Komos (içki sofraları tanrısı), Morpheus (rüyalar tanrısı) hizmetçilerimdir. Bu sadık hizmetçilerimle, dünyayı yönetenleri yönetirim ben.
İlk mutluluğunuz şu güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya gelmenizi ananızla babanızın evlenmesine borçlusunuz. Hizmetçilerimden ‘unutmak’ olmasaydı, ananız o acılara bir daha katlanıp sizi doğurmazdı. Çocukluk akıldan yoksun olduğundan, eğlendirir, haz verir. Delilik olmasaydı, gençliğin ne tadı olurdu? Nitekim gençliğin adına ‘delikanlılık’ demiyor muyuz? Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç ne haz ne de mutluluk vardır. Tanrı insanlara akıldan çok tutku verirken, ne yaptığını hepimizden iyi biliyordu. Eğer hizmetçilerimden yüze gülme, iki yüzlülük, kurnazlık olmasaydı, kadınla erkeği hiç bir güç bir arada tutamazdı. Kral halkını, koca karısını, uşak efendisini, dost dostunu bunlar olmadan yönetebilir mi sanıyorsunuz? En büyük mutluluk insanın kendinden hoşnut olması, elindekilerle yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydı bu mutluluğu sağlayabilir miydiniz?Hele insanın kendinden hoşnut olması kadar güzel ve hoş, oysa delice ne vardır? Kutsal Kitap’tan başka yaprak ezberlemekle cennete gitmeyi garantilediğini sanan şu zır deli ne kadar mutludur? Akıllıyla deliyi ayırt eden nedir? Biri aklının, öbürü tutkusunun peşinde gider. Oysa akıllıyı aklının peşinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öylesine bir zavallıdır ki, mutluluk sağlayan bir tutku yerine mutsuzluk sağlayan bir tutku seçmiştir.
Hele bakın: Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli bir eğitim, her yönden gelen tehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu incelemelere, öğrenmelere boyun eğen bir gençlik, hastalıklar ve sakatlıklarla çevrili bir ihtiyarlık, acı bir zorunluk olan ölüm... Bu bahtsız ömür süresince sayısız tehlikeler, hastalıklar, korkular, yoksulluklar, hapis, alçaklık, utanç, acı pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eğer insanların çoğu akıl yolundan gitselerdi, dünya üstünde kendini öldürmedik adam kalmazdı. Oysa ben, bütün bu dertleri birbirinden ayırıp, binbir biçimde yumuşatmasını bilirim. İnsanlara bilgisizliği, umursamazlığı dağıtırım. Kimine daha mutlu bir talihin tatlı umudunu yollar, kiminin ayaklarına sevimli şehvetin bir günlük güllerini serperim. Gönderdiğim düşler onları bağlar. Ölüm perisinin eğirecek ipliği kalmamış olsa bile, yaşamaya karşı en ufak bir tiksinti duymak şöyle dursun, onları yaşamaktan ayrılmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yaşamaya bağlılıkları da o kadar artar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Bir adam vardı; bu adam evlendikten sonra, karısına bir kutu dolusu elmas verdi. Elmaslar sahteydi. Adam, karısını, verdiği elmasların pek değerli olduğuna inandırmıştı. Kadıncağız çok mutluydu. Bu değersiz cam parçalarına bakarken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bilgisizliğin verdiği bu mutluluğu, hangi bilgi verebilir? Yada bu elmasların sahteliğini bilmeyenin mutluluğuyla, bu elmasların gerçeğini boynuna takanın mutluluğu arasında ne fark var?
Ah şu mutlu deliler... Yaptıkları binbir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına çıkınca kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokunmadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecektir. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!... Oysa önemi yok bu sonucun. Onlar şimdi benim verdiğim umutlarla mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eğer şu piskopos, giymiş olduğu ak kaftanın kusursuz bir ömür sürmek, başını örten çift boynuzluğu ve uçları birbirine tek düğümle bağlı külahın eski kutsal kitapla yeni kutsal kitabı birleştirmek, ellerindeki eldivenin dünyadaki kötülükleri eline bulaştırmamak, asasının kendi güdücülüğüne bırakılan sürüyü sürekli olarak gütmek ve dikkatini onların üstünden bir an bile eksik etmemek anlamlarına geldiğini bilseydi, mutlu olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluğun altında yaşayamaz, ezilir giderdi elbet. Oysa piskoposlarımız o kadar budala değildirler. Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak işini İsa’ya bırakırlar.
"
Alıntı, Orhan Hançeriloğlu'nun müthiş kitabı Düşünce Tarihi'nden.. Onu da dilim dönmeyecek olsa da yakın zamanda anlatmaya çalışacağım.. Henüz yarısına yeni varabildim kitabın, uzun bir yol. Ağır ağır gidilmesi gereken özel bir yol Düşünce Tarihi.. Belki bir kez daha okur, onun ardından yazarım.. Belki defalarca.. Bilmiyorum.  

16 Temmuz 2012 Pazartesi

1984 - George Orwell

Çeviri: Nuran Akgören
Anti-ütopik diye bir tür varmış. Distopik bir dünya demek anti-ütopik demekmiş :) İlk kez duyduğum bir terim oldu, cehaletimi mazur görün, heyecanlandım. Unutmamak için hemen yazayım dedim, sanki elimin altında internet yokmuş gibi. Kalem- kağıt öğrenciliği dönemlerinden alışkanlık işte.
Romana geleyim.. Öyle bir dünyada geçiyor ki, Abi (Big Brother) tüm dünyayı ele geçirmiş. Üç büyük devletin yönetimine geçmiş dünya. Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya. Kağıttan savaşlar yapıyor bu üç devlet, döne döne savaşıyorlar. Bi süre biriyle dost biriyle düşman, bir süre sonra tam tersi. Çünkü savaş dünyanın dönmesi için gerekli, halkların biat etmesi ve devlet gücüne sığınması için olmazsa olmaz savaş.
Hikayemiz İngiltere'nin dahil olduğu Okyanusya devletinde geçiyor. 1948 yılında yazılmış olan roman, 1984 yılındaki dünyayı tasfir ediyor lakin ne tasfir. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım Okyanusyayı, diğer devletleri bilmiyoruz ama benzer süreçleri yaşıyor olmalılar. Sosyalist devrim gerçekleşmiş ve dünya bakın nasıl bir hal almış (işte anti-ütopik yapı burada başlıyor ve George Orwell inkar etse de kitap sosyalizmi yerden yere vuruyor)
Dünya Oligarşik Kollektivizm denen bir sitemle yönetiliyor. Aristokrat bir zümre olan ve sayıları pek az bulunan İç Parti üyeleri, memuriyet işlerini yürüten ve sayısı biraz daha fazla bulunan kesim ile Proller. Proller en alt tabakada üretimi gerçekleştiren grup ve çok kalabalıklar. Hiç bir şey umurlarında olmadan yaşama özgürlüğüne sahipler, tek yapmaları gereken üremek ve çalışmak. İsterlerse bir dine bile inanabilirler hatta. Asıl sıkıştırılan kesim arada kalmış olanlar.. Devlet bütün mülkiyete sahip olduğu için, devletin sahip olduklarının idaresi İç partililerde. Arada kalan kesim ise biraz olsun eğitimli olmak zorunda olduğundan en tehlikeli görülen kesim. Başı en çok opanlar yani. Tele-ekran denen aletler 24 saat açık bırakılmalı bu dünyada çünkü ekran sadece TV yayını yapmakla kalmıyor, kayıt da yapıyor aynı zamanda. Kayıt altına alınmış kişilerde Düşün-suçu'na dair bir tek mimik bile görse kayıt, Düşünce polisi devreye giriyor. Kişiyi Sev-Bak (Sevgi Bakanlığı) bünyesinde buharlaştırıyor.. Yok insanlar var bu dünyada, bir zamanlar yaşamış ancak geriye hiçbir iz kalmamış insanlar. Birisi bir süre işe gelmezse eğer, buharlaştırıldığı anlaşılır ve adı silinir arkadaşlarının dillerinden.Sadece di,llerden silinse gene iyi, hiç yaşamamış bir insandan nasıl ki iz kalmaz ise, buharlaşanlardan da iz kalmıyor.. Bu dünyada geçmiş değiştirilebiliyor çünkü. Yaşanmışlar yaşanmamış, hiç yaşanmamış şeylerse yaşanmış gösteriliyor. Kahramanımız da bu iş üzerinde yapıyor memuriyetini. Ger-Bak (Gerçek bakanlığı) bünyesinde değiştirilmesi gereken geçmiş itinayla yeniden yazılıyor. Romanlar, dergiler, şiirler bile yeniden yazılıyor. Mesela Bol-Bak (Bolluk Bakanlığı) bir hafta önce çikolata tayınında %10luk bir düşüş yaşanacağının haberini vermişse eğer bir hafta sonra yapılan açıklamada çikolata tayınının %5 arttırıldığı ve son on yılın en büyük artışının gerçekleştiği açıklamasını yapabiliyor. Geçmişi bu açıklamaya göre şekillendirmek de bizim Winston Smith gibilerin işi.
Roman Winston'ın bir antikacıdan defter ve kalem almasıyla başlıyor. Winston yaptığı iş vesilesiyle bazı gerçek zannettiklerinin yalan olduğuna açık seçik şahit olunca hayatı değişiyor. Bir günlük yazmaya başlıyor.. Heryerde tele-ekranlar olduğundan yalnız kalınacak bir yer yok, evinde eski bir kitaplıktan kalan kör bir noktaya bir masa oturtmuş Winston düşün-suçunu orada işliyor. Bu arada aşık oluyor bir kıza. Aşk da yasak, evlilik sadece üremek maksadıyla korunun resmi bir kurum. Üreme işine aşk karıştığı hissedilirse buharlaştırılma işlemi gerçekleşir. Doğan çocuklara anne- baba bakmaya devam eder ama çocuk ebeveynleriin suçlu olduğuna karar verir ve ispiyonlarsa - bu eğitimle aşılanan bir süreç- o ebeveyn buharlaşır.
Ha bu arada yeni dil hazırlanıyor bu dünyada. Dil yeni kelimelerden oluşmak yerine, eski dile eklenip düzeltilmek yerine, kelimeler atılıyor dilden. Teker teker atılıyor kelimeler ve kelime dağarcığı azaldıkça düşünce dağarcığı da azalıyor. Kelimelerle ifade edilemeyen duygular aslında hissedilemez de ya da hakaret kelimeleri yok olursa kimse abiye hakaret edemezmantığıyla hareket ediliyor.
Ha nerede kalmıştım, Julia. Winston'dan daha genç, aşk konusunda daha gözü kara. Gizli buluşma yerleri ayarlıyorlar kendilerine. Çok nadir buluşuyorlar. Sonra bir gün bir örgütle kesişiyor yolları. Kardeşlik örgütü. Abiye karşı gizlice oluşturulmuş bir direniş örgütü. İç parti üyelerinden birisi onlara bir kitap veriyor okumaları için. Dünyanın nasıl bu hale geldiğini, üç devlet arasındaki ilişkiyi, Prollerin (Proleterya) durumu, iç parti, manipülasyon süreci, şu anda nelerin yaşandığı, nasıl bir düzenin hüküm sürdüğü... Winston bir şeyi fark ediyor, nasılı zaten tahmin ediyorduk, peki ya nedeni?
Kardeşlik denilen abinin kollarına atıyor Winston ve Julia'yı. Bunları anlattıktan sonra Sev-Bak içinde işkence süreci başlıyor. İşkenceyle insanın nasıl 2+2'nin 5 edeceğine inanabileceğini görüyorsunuz. Tek ihanet edemeyeceği değere, elinde olan tek gerçek duyguya nasıl ihanet edeceğini görüyorsunuz. Acıyorsunuz.. İşkence bitiyor, dize gelmiş, abiye tüm kalbiyle inanan bir Winston dönüyor sokaklara. Buharlaştırılmamış bir Winston. Çünkü eski fikirleriyle buhar olsa iz bırakabilirdi birilerinin hayatında. Gururu yerlerde ve gönülden bağlı bir Winston karakteri buharlaşıyor sonunda..
Kitap gönlümüzün Sosyalizmini yerip Kapitalizmi övse de anlattığı manipülasyon süreci çok tanıdık geliyor ne yazık ki.. 1984'te o kadar gelişememiş olsak da şimdilerde o dünyaya oldukça yaklaşmış sayılırız. Kendi az gelişmiş ülkemden baktığımda Tele-ekran beyin yıkaması, geçmişin değiştirilmesi, düşün-suçu ve düşünce polisi, Abi.. Bunlar yaşadığımız şeyler. Kitaptaki kadar abartılmış olmasa da ben yıllardır ulusa sesleniş adı altında manipülasyon sürecine birinci elden katılan bir Abi figürü görüyorum mesela tele-ekranda..
Kitap yüzyılın kitabı dedikleri türden. Hakkaten okunmalı. Belki bu manipülasyondan yırtmanın yollarına ulaşanlar olur hani okudukça :)

23 Haziran 2012 Cumartesi

Ateşin Efendisi Şaman - Harald Braem

Çeviri: Arzu Güloğlu Alarslan
Şamanların zamanı bitmeseydi ya. Hani kendi mistik dünyamız vardı, büyülerin ejderden değil ateşin kendisinden geldiğine inanılan.. Belki hala Şamanlar zamanı yaşanıyor bizim bildiğimiz lakin inanmaya cüret etmediğimiz kadar yakın yerlerde.. Belki hala..
Bokan, Tayga'da (roman Sibirya ve Moğolistan arasında Tayga, Tundra ve bataklıklar diyarında geçiyor, bu bilgiden yola çıkarak Tayga'nın Sibiryada olduğu sonucuna ulaşıyorum. Gerçi bir bakayım, wiki sağol sen. Evet Sibiryada Tundralardan sonra başlıyor eski Türkçede "ormanla kaplı dağ" anlamına gelen Tayga bölgesi..) Ren geyiği insanlarından oluşan bir kabilede doğuyor. Yaşadıkları değil doğuşu belirliyor kaderini Bokan'ın. Kabilesindeki herkesten farklı, herkesten özel biri bizim küçük adam. Rüyaları kabuslara dönüşüyor, üç kötü ruh peşine düşüyor. Olması gereken adam olmadan önce durdurulmalı çünkü Bokan. Kabilesini terk ediyor, nehirdeki yaşlı adamla buluşuyor Bokan. Yolculuğu sırasında bir Kurt tanıyor, yoldaşı oluyor Kurt. Arkadaşı.. Yaşlı adam eğitiyor Bokan'ı, hayat ağacında yaşıyor yaşlı. Bir Şaman eğitiyor adam. Şaman korkuyor, inanmıyor kendisine.. Tekrar düşüyor yollara, kendini bulmaya. Balık insanlarının arasına ulaşıyor, seviliyor ve seviyor Bokan. Henüz Şamanlığa o kadar uzak.. Ruhlar bırakmıyor peşini burada da, kaçıyor Bokan. Bataklıkları geçiyor, At insanlarını tanıyor (Moğolistan), vahşeti tanıyor, darkside'dan Şamanlarla karşılaşıyor. Üç kötü ruhtan kaçıyor.. Çekik gözlü demir insanlarına sığınıyor, ateşi ehlileştirmiş bu küçük adamlar, demire hükmediyor. Bokan, at insanlarının saldırısından kaçıyor tekrar, üç kötü ruhtan kaçıyor. Çekik gözlü demir insanları katledilirken kaçmaktan başkası gelmiyor elinden. Ve bir an, kaçmaktan vazgeçiyor. Yüzleşiyor üç kötü ruhla, içindeki ateşi harlıyor ve vahşetin ve ölümün eli olan ruhları kendi ateşiyle yakıyor Bokan. Doğması gereken Şaman geliyor sonunda dünyaya denge getirmeye.. Büyülerini ve kurdunu da alıp balık insanlarına gidiyor Şaman, sevgilisi Sungari'yi istiyor babasından. Kendini ispat eder etmez, Sungari'ye kavuşuyor. Bir Şaman böyle doğuyor işte..
Bu arada dikkatimi çeken bazı detaylar oldu kitapta, At insanları ve Han ne kadar vahşi ve ne kadar acımasız olursa da kadına verdikleri önem muazzamdı. Önem dediysem, şöyle bir önem; Han'ın bir sürü karısı olsa da o kadınların söylediklerine değer veriyor ve kendisini azarlamalarını bile normal karşılıyordu. Kadınlardan birisi hanı bırakıp bir başkasıyla evlenmek isterse gidebiliyor ve toplumda Han karısı sıfatıyla değer görmeye devam ediyordu. Ayrıca bir kadın ölüm cezasına çarptırılmış olsa ve bu durumda bir yabancı olsa ve hatta kabilenin Şaman'ı yani din öyle buyursa bile bir adamı kocalığa seçerse, o adam kabilenin ayrılmaz bir üyesi yapılıyor.. Bu gücü ne balık insanlarında görebildim, ne ren insanlarında ne de demircilerde..
Bir diğer detay da dikkatimi çeken, demire verilen değerdi. Öyle ki, balık insanları kızlarına başlık olarak demir eşyalar bekliyor, at insanları demir için adam öldürüyor, demir insanları demire hükmedebildikleri için ölüyor.. Şaman geri dönüş yolunda Tayga ve Tundra'ya demir sanatını götürmemeye karar veriyor masumiyetlerini öldürmemek için..
Çok uzattım yine, güzel kitaptı vesselam. O zamanlarda yaşamak ister miydim bilmiyorum, ben daha çok ejderha insanıyım galiba (İngilizcede derler ya dogpeople, catpeople diye, işte öyle :)  ama o zamanlara dair daha çok şey bilmek isterdim.. Böyle bir destansı anlatımla hele de, daha çok kitap okumak isterdim..
Tavsiye eder miyim, elbette. Alın okuyun. Çok şey öğreneceksiniz..

15 Mart 2012 Perşembe

Mesaj - Carl Sagan

Çeviri: Mehmet Harmancı
Uzun zamandır kitap okumaya ara verdiğim bir zamanda çıktı karşıma Mesaj. İstanbul'dan Adana'ya gidiş yolunda, yine uzun zamandır ara verdiğim otobüs yolculuklarından birini yapacakken, evinde misafir olduğum çok değerli birinin kitaplığından yürüttüm kitabı. O değerli zat-ı muhterem çok övmüştü kitabı. Beğenilerini benimsediğim içindir ki kendilerinin, bir sürü kitap içerisinden onu seçtim. Otobüse binmeden daha haber verdim kendisine ve öğrendim ki, o da kitabı bir başka arkadaşından yine bir yolculuk öncesinde almış. En azından üçüncü sahipliğini yaşayan Mesaj'a böyle bir misyon yükleyebilirim belki. Birileri de benden çarpar, o birilerinden diğerleri... Neyse, kitaba gelelim artık.

Bu kadar geçmişe değer bir kitap mıdır Mesaj? Evet kesinlikle. Yazarın gökbilimci oluşu kitaba damgasını vurmuş gibi görünüyor. Okuduğum bilimkurgular arasında en hayal edilebilir olanıydı diyebilirim. Bizim kadar gelişmiş bir dünyada bir gök bilimci kadın, kendisini yıllarca uzaydan gelen radyo frekansları dinlemeye veriyor ve bir gün -ödeneği kesilmeye yakın, vaz geçme yoluna girdiği bir zamanda- bir mesaj almaya başladığını fark ediyor. Her gökbilimcinin hayalidir herhalde, bir gün uzaylı bir medeniyetten bir mesaj almak.. Hatta bu hayal için gök bilimci olmaya da gerek yok, herkes hayal etmez mi böyle bir mesaj ya da buluşmayı..
Aldığı mesajın tamamına erişebilmek için diğer bir çok ülkedeki radyo frekansı dinleyebilen gök bilim merkezleriyle diyaloğa geçiyorlar ve bir anda mesaj bütün dünyaya yayılıyor. Mesajın kısa bir kısmını çözümleyebiliyorlar ve çözümlenen mesajda Hitler'in Almanya'da yaptığı, ulusa sesleniş benzeri bir konuşmasına denk geliyorlar. Tüm dünya panikliyor, nasıl bir mesaj verilmeye çalışıldığını anlamaya çalışıyor ve hatta korkuyorlar. Mesajın sebebine gelince, TV yayınlarının ilk yapılmaya başlandığı zamanlardan yakaladıkları bir görüntü o uzak ırkın, sizi duyduk demeye çalışıyorlar yalnızca. O yayını almaları ve cevabını göndermeleri de yıllar yıllar alıyor anlayacağınız.

Gönderdikleri mesajın tamamını almaları ve çözümleyebilmeleri yıllar sürüyor demiştim. Ülkeler arası yapılan anlaşmalar nedeniyle çözümlenen mesaj paylaşılıyor ve sonucunda bir makine yapımı için tarif olduğu anlaşılıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, ülkeler karışıyor. Makine yapılmasın diyenler, Tanrının buyruğun a ters diyenler ve daha neler neler.. Bu arada en çok dikkatimi çeken şey din ve bilim çatışmasını çok anlaşılır şekilde  ortaya dökmesi oldu Sagan'ın. Sadece din ve bilim değil elbette, yönetimler, halk, idare.. Çatışmaları ve yanlışlıkları öyle iyi anlatmış ki, bilim insanlarının ukalalığı, din insanlarının yobazlığı, siyasetçilerin zorbalığı...
Mesaj çözümleniyor ve beş ülkeden beş bilim insanı seçiliyor makineyi kullanmak üzere. Beş insan çünkü makine yapılınca beş kişilik koltuk bulunuyor içerisinde. Makinenin yapılması da yıllar alıyor elbette, alışılmadık bir teknoloji ve bu arada yeni gelişmeler dünyada bir çok şeyi değiştiriyor. İnsanlar (zengin olanları elbette) uzay gezileri yapmaktan geçtim, uzayda evler kuruyor..

Bu beş kişi büyük bir törenle makineye biniyor ve beşi birden koltuklarına oturdukları anda makine hareket etmeye başlıyor. Solucan deliği gibi, sürtünmesiz bir alandan geçiyorlar, sonra birinden daha ve diğerinde. Varacakları yere vardıklarında neler olduğunu anlatmayacağım. Döndüklerinde yaşadıkları hüsran yetiyor çünkü olanlara. Öncelikle, seyahate inanan çıkmıyor çünkü onlar için bir günden fazla süren yolculuk, dünyada yarım saat kadar, makinenin hareketsiz durmasından ve seferilerin girdikleri gibi çıkmasından ibaret. İnanan olmuyor anlattıklarına, sorguya alınıyor, hırpalanıyor, delirmekle suçlanıyorlar. En sonunda olanlar hiç olmamışçasına dünya seyrine devam ediyor ancak bir bilim insanı ve bir din insanı aralarındaki büyük çıkmazı aşıyorlar. Kahramanımız mesajı yakalayan kadın ve onu engellemeye çalışan adam.

Sonuç olarak Mesaj okunması gereken kitaplar listemde yerini buldu, tavsiyemdir. Siz de bir arkadaşınızın kitaplığında bulursanız, kaçırmayın..

18 Ocak 2012 Çarşamba

Olasılıksız - Adam Fawer

 Çeviri: Şİrin Okyavuz Yener
Adam Fawer'den okuduğum ilk kitaptır kendileri, ikincisi ve ne yazık ki sonuncusu da Empati elbette. Aslında çok popülerleşmiş "Bestseller" raflarında bulunan kitapları pek okumayı tercih etmezdim eskiden. En azından, unutuldukları vakit okumayı tercih ederdim. Bağnazdım ama o kadar da değil işte :)

Bu kitabın kapağına bayıldım. Orada burada her yerde, herkesin elinde görüyor ve bu kapak tasarımının altında yatanı çok merak ediyordum. Dayanamayıp aldım sonunda, bütün o tutucu (hatta utanarak söylüyorum ki biraz elitist ve kendini beğenmiş) hallerime rağmen.. Bu da iyi ki almışım dediğim o kitaplardan işte. 

Aldığım ilk anda bazı olasılık hesaplarından bahsediyordu yazar, adı üstünde ya işte, gene de beklemiyor insan. Neredeyse sıkılıp bırakacaktım.. Zaten bir de ön yargım var ki o da "popüler olan basittir" düzleminde. Tamamen  gereksiz :)

Sonra bir ara kuantum fiziğinden bahsetmeye başladı, parçacıkların hareketlerinden, geleceğin tahmin edilebileceğinden.. Hem de tam benim anlayabileceğim basitlikte. Hatta okuduğum sırada Kuantuma tamamen hakim olduğuma bile eminim. Şimdi biraz unuttum tabi, İngilizce gibi aynı, kullanmadıkça köreliyor :))

Bir kahramanımız var, eski İstatistikçi yeni kumarbaz. Kendi yaptığı olasılık hesaplarıyla kumar oynayarak hayatını idame ettiriyor, ta ki bütün parasını kaybedip mafyatik kişilere borçlanana kadar. Bunun ardından Üniversitede ders vermeye başlıyor yeniden fakat sosyal ilişkilerde pek iyi olduğu söylenemez. Temporal Lob Epilepsisi denilen karizmatik isimli bir hastalığı var ve bunun tedavisi henüz deney aşamasında.. 

Bu arada bu olasılık hesabıyla ilgilenen bir bilim adamı daha var, bizimkinin (Caine) arkadaşı da sayılır. Epilepsi tedavisini de yürütecek adamdı sanırım bu adam. Hayır değilmiş.. Baktım az önce, tedaviyi Dr. Kummar yapıyor. Arkadaşın adı Doc. 

Doc bir takım gizli servis işlerine katılıyor ve bir kız öğrenci üzerinde bir takım deneyler yapıyor.. Bizim Caine, halüsinasyonlarla boğuşurken bir de ajan giriyor devreye. Nava. Nava batırdığı bir işi kurtarmak için bu işe giriyor, daha büyük bir bilgi satarsam hayatım kurtulur misali, Caine'in peşine düşüyor falan. Sonradan -şimdi hatırlayamadığım bir şekilde ve sebeple- beraber kaçmaya başlıyor bizimkiler ajanlardan. 

Caine'ın halüsinasyonları ve geleceğe dair hatırladığı şeyler onları garip yerlere götürüyor. Aslında olasılık hesabını yapanın, tüm bu değişimi yaratanın Caine olmadığını anlamaları biraz zaman alıyor lakin, asıl kahraman Doc'un üzerinde deney yaptığı zavallı kız öğrenci çıkıyor. Kuantum Fiziğine göre evrende var olan bütün her şey enerjiden ibaret ve bu enerji parçacıklarının tamamının doğru olarak konumunu ve o anki davranışını bilirsen eğer bir sonraki adımın kesinlikle tesadüf olmadığını, o hareketlerin bir sonucu olduğunu bilirsin ve kusursuz bir tahmin yürütebilirsin. Hatta onun adına artık tahmin denilemez sanırım. İşte Doc, böyle bir bilgiyi -kitabı okurken anladığımı düşündüğüm bir yöntemle- öğrenci kıza veriyor ve kız dünya üzerindeki bütün olasılıklara hakim bir beyne dönüşüyor. İstediği yerde değişiklikler yaparak geleceği tam istediği doğrultuda değiştirebilmek gücü de dahil. 

Kitapta tatmin olmadığım tek nokta bütün o bilimsel zımbırtıların, olasılıksızın olasılaştırlımasının falan küçük bir kız çocuğunun hayatını kurtarmak için düzenlenmiş olduğunu anladığım sonuydu :( 

Her neyse, şu mutlu son takıntısını aşmak gerekiyor sanırım. :)


Araf - Elif Şafak

Bu kitabı alışımın hikayesi, Pinhanla aynı. Aynı gün, aynı kitapçı, sebebi farklı.. Pinhanı anlatmıştım daha önce, yıllar evvel okumuştum, kitapçıda gördüğümde tekrar okumak istedim ve "Elif Şafak başka neler yazmış ola ki?" diyerek aldım Araf'ı da yanına.. 

İyi ki almışım. Pinhan kadar vurucu değildi, daha sade bir dil kullanılmıştı mesela, daha tanıdık bir hikayeydi hatta. Günümüzde geçen yalnızlık hikayelerinden biriydi işte. Lakin bize çok sıradan gelen bu hikaye günümüzün gerçeği değilse ne? Bunlardan da bahsedilmeli, bunlar da belgelenmeli. Yaşandığı dönemde, bu döneme şahitlik yapmalı.. Pinhan'ın günümüzde olsa, yaşaması olası bir hikaye vardı bu kitapta..

Hikaye Amerikada öğrenim gören Ömer ve onun başka milletlerden arkadaşlarından bahsediyor. Birbirinden bambaşka kültürlerden gelen üç insan aynı evde yaşamaya başlıyor. Aynı memleket hasreti, aynı yabancılaşma, aynı yalnızlık.. Amerikalı arkadaşlar ediniyorlar, ne gariptir ki onlar da yalnız.. Yalnızlık öyle memleketten kopunca gelmiyor, insanlar o yalnızlığa doğuyor aslında.. 

Aşklar da bu yalnızlıktan nasibini alıyor elbette. Zorlama evliliklerle sonuçlandırılmaya çalışılsa da kendi hayatı yetmezmiş gibi bir de diğerini yok etmeye başlıyor insanlar. Gelişmiş toplum olma yolunda atılan hızlı adımların hazmedilemeyip de bünyelerden nasıl depresyon olarak fışkırdığının kitabı bu da. 

Birbirinden bambaşka altı insanın çırpınışı ve sonunda ölüme varan tükenişi anlatılıyor. 21. Yüzyıldan bahsediyor kitap. Biraz bizi anlatıyor. Bu kadar..