23 Aralık 2011 Cuma

Pinhan - Elif Şafak

Yıllar evvel, bir dersanede bilgisayar öğretirken, üniversitede okuyan bir öğrencim vermişti bu kitabı bana. Hala sebebini merak ederim lakin 'Kadın Pinhan' siz olmalısınız demişti. Garipti. Hatta bir anı anlatmıştı kitaptan, "Kadın dimdik uçurumun dibinde duruyor ve rüzgar esiyor,saçları savruluyor, işte o sahnede gözlerimde siz canlanıyorsunuz." Oysa Pinhan kıvır kıvır kızıl saçlarıyla tam zıttı gibiydi benim aynada gördüğüm simsiyah saçlı kadının.. Yıllar sonra bir kitapçıda görüp satın aldım kitabı, tekrar okudum, aynı heyecanla. Şimdi biraz anlıyorum galiba neden benzettiğini. Benzettiği saçları değildi elbette, çift başlılığı da değildi tabi :)

Adını bilmeyen bir çocuktu Pinhan. Dürri Baba tekkesine verilmiş küçük bir oğlan. Heyecanlı, neşeli görünen, tekkedekilerin maskotu olmuş.. Her hikayesi olanın peşinde, hikayesi olmayan bir sabi..

Geceleri kıvranarak uyanan, Dürri Babadan aldığı ismi tanımayan, bilmediği hikayesini içinde taşıyan.. İki başlı bir can bu Pinhan. Hem kadın olan, hem erkek yaşayan..

Yazar, ilk romanı olduğu halde, kendi diline yabancı yaşadığı halde, okuyanı alıp eski zamanlara, Türkçenin bambaşka kullanıldığı şiir gibi hayatlara çekebiliyor bu kitapta. Aldığı Mevlana Büyük ödülünü fazlasıyla hak ediyor kanımca..

Tekkeler zamanında yaşıyor Pinhan, Dürri Baba Tekkesi diğerlerinden bambaşka, herkesin bir hikayesi var burada. Her hikaye hüzünlü.. Pinhan bir gün kendi hikayesini bulmaya çıkıyor yola. İstanbula varıyor. Kendisi gibi iki başlı bir mahalle buluyor.

Eski adı Akrep Arif, yeni adı Nakşı Nigar olan bu mahalle, Arif ve Nigar arasında paylaşılamıyor. Hangisine yanaşırsa mahalleli, diğeri kıtlık ve felaket ve kavga getiriyor. Yaşlılar iki arada kalmış, aranıp taranıyor hiç bir çözüm bulamıyor.. Küçük bir çocuk Nevres, mahalleye felaketi getiriyor. İkiliklerle dolu mahalle, ne Ariften geçelim, ne Nigarı silelim, ikisini bir arada sahiplenelim ki kızmasınlar, büyüleri felaketimiz olmasın ölülerin diye diye çaresiz kalıyorlar.. Dört yaşlı, mahallenin dört kapısından esen dört rüzgarı görüyor, canlarını ortaya koyuyor..

Oğlan çocuğu Pinhan ise Karanfil Yorgaki adında cılız mı cılız, sarı mı sarı, narin mi narin bir oğlana vuruluyor. Bu çift başlı bedenle nasıl kavuşsun sevdiğine, yaşlıların oralara yolu düşüyor. Yaşlılar hemen tanıyor Pinhan'ı, hemen dertlerini anlatıyor. Sen diyorlar iki başlılığınla bir seçim yapacaksın, mahallenin seçimi olacak bu . Felaketler bitecek sen, seçiminle gideceksin. Kabul ediyor Pinhan ölümü.

Bir ayin başlıyor, Pinhan uyandığında güzel mi güzel bir kadın kılığında, ruhu huzurlu.. Kızıl saçları, bembeyaz teni.. Kabusları bitiyor Pinhan'ın. Ölümüyse yaklaşıyor. Karanfil Yorgakiye göstermiyor kendini, Dürri Baba Tekkesine gidiyor. Gidiyor ki Tekke yok yerinde. Alavereler dönmüş, Tekke yıkılmış, Tekkedaşlar dağılmış.

Gidiyor, Tekkeden ayrılırken gördüğü ve taşındaki yazıları okuyup paramparça olduğu bir mezarın başında Kadın başıyla kapatıyor gözlerini.. Yorgaki geliyor, o gördüğü mezarı yapıyor Pinhan'a, Taşına ağıdını yazıyor... Pinhan, o Tekkeden ayrılırken gördüğü mezarda yatıyor..

İşte böyle.. Yazarken yine tüylerim ürperdi, galiba hala anlayamadım o kızcağızın beni Pinhan'a neden benzettiğini. Bu benzetme iki kat ürpertiyor tüylerimi..

12 Kasım 2011 Cumartesi

Güçler - Ursula K. Leguin

Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Batı Sahili üçlemesinin sonuncusu Güçler... Bu kez hikaye, bir köle olarak doğmuş olan Gavir'in başından geçiyor. Gavir'in özgürlüğünü kendini arayışı hikayesi.. Yine bir genç, yine bulunduğu topluma ayak uyduramayan bir üstün kişilik.. Lakin bu kez köle ve köleliğinden de memnun aslında..

Gavirin yaşadığı yerde de güçlü evler var ve bu güçlü evler, hem diğer evlere karşı ayakta durmak hem de kölelerini serinin diğer kitaplarında ele alınandan daha vahim şekliyle kullanmak için yaşıyorlar denilebilir.. Burada köleler bir mal'dan farklı değil lakin Gavir'in yaşadığı ev olan Arkamand hanesinin anne ve baba Arka'sı diğer evlerden çok daha şefkatliler. Çocukları ve köleler birlikte eğitim alıyor, birlikte yaşıyor ve birlikte seyahat ediyorlar.

Kahramanımız Gavir'in gücü olmamış şeyleri hatırlaması ve öğrendiği hiç bir şeyi unutmaması üzerine. Evde öğretmenleri Everra, Gavir'i kendi yerine geçecek öğretmen olarak yetiştiriyor. Çünkü Gavir okumayı çok seviyor (Serinin diğer iki kitabında da üzerinde durulan okumak, burada da baş rolde aslında. Tabi ki o kitaplarda da adı geçen yasaklı kitaplar yine bunda da bulunuyor..) ve çok iyi bir öğrenci, asla okuduğu hiçbir şeyi unutmuyor.. Ayrıca gizli tutmak zorunda olduğu geleceği hatırlamak gücü de mevcut.. Tüm bunlar O'nun evdeki yerini sağlamlaştırdıkça sağlamlaştırıyor..

Gavir'in bir de ablası Sallo var, o da vermelik kız olarak iyi bir eğitim alıyor. Evin en büyük oğlu Yaven için yetiştiriliyor Sallo. Yaven ailenin geleneklerine uygun, yakışıklı, nazik, adaletli ve güçlü.. Ayrıca o da Sallo'ya aşık.

 Buraya kadar her şey yolunda gidiyor, herkes kendi halinden memnun, başka bir hayatın varlığından da bihaber tabi ki.. Lakin Ailenin başka çocukları da var. Evin acımasız ve kölelerden nefret eden oğlu Torm ve Gavirle arasında aşka doğru giden bir bağ olan zarif Astano..

Torm günün birinde köle bebek Miv'i öldürüyor, aile bunun üzerini örtüyor, ne de olsa bebek bir köle.. Bu olanların üzerine Gavir aileden uzaklaşmaya başlıyor fakat hala suçun sadece Tormda olduğuna inanıyor.. Lakin terslikler devam ediyor ve Arkamand ailesi bir savaşa giriyor. Savaşı kumanda etmek için de zeki ve güçlü Yaven seçiliyor. Yaven'in gidişiyle her şey değişiyor.. İktidar küçük kardeş Torm'a geçiyor ve Torm köleler için hayatı bir cehenneme dönüştürüyor..

Gavir tüm bunlara rağmen aileye olan saygısından sessizce kölelik mesaisine devam ediyor ta ki.. Torm bir gece Sallo'yu arkadaşlarına peşkeş çekip tecavüz ettikten sonra öldürene kadar.. Bu olaya kadar nasıl bir yasaklar cehenneminde yaşadığını fark edemeyen Gavir bir kez daha değişimin kucağında buluyor kendini. Şehirde rahiplerin kitap taşıma görevleri sırasında yasaklı olan bir kaç kitapla tanışıyor. Denios'un 'Dönüşümler'i ve Orrec Caspro'nun 'Kainat'ı bunlardan ikisi. Caspro'yu hatırlamak çok zor olmasa gerek, bizim Orrec işte :) Bu yasaklı kitaplarla özgürlüğü, insan olmayı, hayatı sorgulamaya başlıyor ve evden kaçmaktan başka çaresi olmadığını anlıyor artık. Gidilecek yer belli. Ev.. Bir zamanlar kendisine ve Salloya ait olan.. Hiç tanımadığı ailesini aramaya başlıyor Gavir. Dış görünüşünden ve Everra'nın anlattığı bir kaç anıdan yola çıkarak bataklık insanlarına doğru gidiyor. Reddediliyor, inat ediyor, kabul ediliyor.. Gücünün nereden geldiğini öğreniyor. Bu gücü kullanmak isteyenler çıkıyor bir gün meydana ve onlardan da kaçıyor.

Kaçak kölelerin kurduğu Barnacılar denen birliğe katılıyor bizim ufaklık.. Başlarda her şey hayal ettiği gibi mükemmel görünse de, okumuş kimliğiyle Barnacıların başı olan adamın takdirini kazanıp onun küçük 'saray'ına yerleşse de, bu adamın da kendi kölelik düzenini kurduğunu kısa zamanda fark ediyor. Hatta Onun evinde bir isyan başlatıyor ve bir kölelikten daha firar ediyor bu kez yanında kaçırdığı Melle isimli bir kız çocuğuyla beraber..

Melleyle beraber bir firar yolculuğu daha başlıyor, uzun süre denizden gidiyorlar, ağabey ve onun erkek kardeşi Miv kılığında. Köylere, konuk evlerine uğruyorlar. Barnacılardan kaçıyorlar.. Kaçış sırasında limanlardan birinde Torm çıkıyor karşılarına, Hatırladığı gelecekten biliyor ki Gavir, ona yakalanmamalı ve Urvile'e ulaşmalılar. Urdile'de kölelik yok, herkes özgür. Bütün kitaplar özgürce okunabiliyor..

Çetrefilli bir kaç olayın ardından Torm'dan sonsuza dek kurtuluyor ve Urdile'e ulaşıyorlar ağabey kardeş.. Ve Urdile'de Profesörlüğü reddeden Caspro'nun evine bir uğrayıp iş istemeyi düşünüyorlar. Caspro, karısı Gry, evcil bir arslan ve genç ve güzel bir kız olan Memer onları bir süre evde alıkoymak istiyorlar.. Hikayelerini dinliyor, onları evlerinde yaşayıp, Caspronun ayaklı kütüphanesi olarak işe almayı teklif ediyorlar..

Üç kitabın sonunda doğdukları esaretten kaçmayı başarmış ve bunu yaparken sahip oldukları güçleri pekiştirip özgürlüğe ermiş beş kişi ve bir arslan.. Gry ve Orrec, Memer ve Gavir'in anne-babası olsaydı ve Melle de torunları :)) Ursula abla bu bağlamayı duysa beni mi öldürürdü yoksa intihar mı ederdi bilemedim :P

Okuyun efenim. İhmal etmeyin.
Diyorlar ki bu seri çocukları hedef almış. Almışsa almış canım. Biz de büyümüş sayılmayız ki. Hem ayrıca on beş yaşımda vardı da bu seri, ben mi okumadım.. Kitapların kıymetini anlatıyor en başta,  kölelikten, insanlıktan, özgürlükten bahsediyor. Aile kavramını irdeliyor, toplum olmayı anlatıyor. Her şeyden önemlisi 'iyi' insan olmayı övüyor çocuklara.. Biz çok biliyoruz ya (!) bunları işte bu yüzden seri çocuklara hitap ediyor. Yok ya! Ged için de demişlerdi aynısını. Takmayın siz efenim. Okuyun. Becerebilirseniz de okutun.

Dune'un Çocukları - Frank Herbert

Çeviri: Arzu Taşçıoğlu - Deniz Vural

Paul’ün yokluğunda nasıl bir Dune hayal edilebilir ki? Eksik elbette.. Fakat Paulden daha güçlü olanlar da yok değil bu yeni çölde..

Dune'da çok şey değişiyor. Artık yağmur yağıyor hatta Fremenler boğularak ölmek diye bir şeyle tanışıyor.. Büyük cihaddan sonra bölünüyorlar bile. Bahar üretimi için ayrılmış çölde gizli hayatlarına ve gelenekleriyle yaşamaya devam edenler ve kentleşenler.. 

İki kardeş, Leto II ve Ganima. Melanete çok yakın doğanlar. Henüz anne karnındayken algıları açılanlar.. Halaları Alia, onun kocası İdaho, amcaları Stilgar ve babalarının Bene Gesserite sırt dönen karısı İrulanla beraber yeni Arrakiste yaşıyorlar geçen yılların ardından.

İrulan her şeyiyle Alianın emirleri altında ve kardeşlerin anneliğini üstlenmiş durumda. Duncan İdaho Leto I ve Paul Atreidesten sonra, şimdi de kardeşlerin koruyuculuğu vazifesinde sevdiği karısı Aliayla.. Stilgar Fremenlerin başında, kurulda ön sırada. Jessica Gurney Halleckle birlikte eski yuva olan Caladanda inzivada..
Her şey yolunda görünürken Alia eski Kont Harkonnen’in istilasına uğruyor ve melanet’e dönüyor. Kont, tüm gezegenleri ele geçirebilmek için Alia’nın ruhani kimliğini ve Dune’un lideri olarak sahip olduğu Atreides ismini kullanıyor. Planı kardeşlerden Ganimayı İrulanın kuzeniyle evlendirmek, (İrulan eski imparatorun kızıydı yani Atreideslerden sonra var olan en büyük aile Corrino ailesi) düğün günü Ganima’nın onu öldürmesini sağlamak.. Bu arada eski İmparatorun karısı da Leto ve Ganima’yı öldürüp imparatorluğu yeniden ele geçirmek peşinde..
Tüm bunlar olurken bir Fremen çölden gelip vaizlik yapmakta ve çoğu kez Alia’ya meydan okumakta. Bene Gesserit boş durmuyor elbette, Jessica’yı bozduğunu yeniden kurması için Dune’a dönmeye ikna ediyor. İlk Kuisatz Hederah olan Paul’ün ölümünden sonra oğlu Leto II de bir Kuisatz Hederah ve onun dölüyle belki de Ganimanın birleşmesi, kendi hakimiyetleri altında yetişecek bir yeni Kuisatz Hederah üretilmesi için büyük fırsat. Bu işi organize etmesi ve kardeşleri melanet sınavından geçirmesi için Jessicayı ikna ediyorlar, eski başkaldırısını affetmek karşılığında..

Jessica Dune’a geldiğinde kardeşleri test edecek yerde, onların testine maruz kalıyor ve kızı Alia tarafından öldürülecekken, eski Fedaykinlerinin yardımıyla kaçmayı başarıyor. Duncan İdaho, Alia’nın emriyle Jessica’yı öldürmek üzere görevlendiriliyor lakin yine çocukların yönlendirmesiyle Vaiz’in emrine giriyor.. O’nun Paul olduğuna emin bile olmadan daha.. Evet, kendine Vaiz diyen bu adam çölün derinliklerinden geliyor ve Paul’e artık hiç benzemese de insanlarda MuadDib olduğu hissi uyandırıyor söyledikleriyle..

Vaiz İdahodan Jessica’yı eski imparatorun torunu olan Farad’n’ı eğitmesi için Salusa Secundus’a götürmesini istiyor. İdaho bunu yerine getiriyor ve döndüğünde Alia’nın kendisini defalarca aldatan bir melanet olduğundan emin olarak, Jessicayı öldürdüğünü söylüyor. Bu arada eski imparatorun karısı kardeşleri öldürme planını işletirken Leto II babasının kurtulmak için çok büyük savaşlar verdiği gelecek görüsüne sırtını dayayıp bir plan yapıyor ve planda Ganima eve sağ salim dönerken kendi ölümünü kurguluyor.  Alia ve diğerleri onu ölü bilirken o görülerinde var olan Altın Yol’u aramaya çöle gidiyor. Çölde bir Fremen olan Namri ve Jessica’nın emriyle Halleck tarafından bulunuyor, melanj testinden geçirilmek üzere hapsediliyor. Bu test sırasında görüsü artıyor, adamların ve Bene Gesserit’in istediği sosyal düzenin ne olduğunu ve onun nasıl yok edileceğini seziyor. Bu test olurken bakımını da Namri’nin yeğeni Sabiha üstleniyor. Leto’dan büyük lakin Leto onun karısı olduğunu görüyor. Bunu engellemek için kaçıyor ve Jacurutuyu (efsanelerde geçen aslında var olmadığı düşünülen ve her şeyin başladığı siyeç) aramaya başlıyor. Buluyor da.. Orada babasının yapmaktan kaçındığı şeyi yapıyor, solucanla bir oluyor, bedeni artık kendi bedeni değil.. Yaşanmış tüm hayatlar zihninde lakin onu istila edemeyecek kadar zavallılar artık Leto’nun önünde.. Leto, babasıyla çölde bir araya geliyor, Paul’ün olacaklar olmasın diye nasıl bir savaş verdiğini ve tüm gücünü nasıl feda ettiğini anlıyor. Paul seziden ölmüştü.. Paul’ün üzerinde bir üstünlük kuruyor ve onu alıp Arrakis’e dönüyor.

Alia’nın Ganimayı öldürmesini engellemek isteyen İdaho döndüğünde, Stilgarın siyeçi ve Ganimayla birlikte kaçmasını istiyor, onu reddeden Stilgar hala Alia’ya sadık fakat gitmesi gerekiyor.. Bunu yapacak gücü bulamayacağını bilen İdaho, Stilgarın kendisini öldürmesi için onu kışkırtıyor ve Atreides evine ikinci canını da feda ediyor.. Stilgar kaçmak zorunda kalıyor..

Jessica Farad’n’ın Bene Gesserit eğitimini tamamlamış ve onun refakatinde Arrakis’e gelmiş, Alia ile yüzyüze.. Ganima artık öldürülemez, Farad’n’la evlendirilmesi gerek. Bu yüzden sağ olarak getiriliyor, Stilgar ve İrulan da orada.. Ganima Farad’n’ı öldürecekken Paul ve Leto II geliyor. Ganima aslında Leto’nun ölmediğini hatırlıyor, hançer-i figanı bırakıyor.. Leto II altın yola giden planı yapmış ve bu planda herkese bir yer mevcut. Lakin öncesinde Kont Harkonneni sindirip Alia’nın kendisini öldürebilmesi için fırsat veriyor.. Alia ölüyor, Farad’n’a Ganimayı veriyor lakin resmi evlilik kardeşler arasında gerçekleşiyor. Farad’n’ın tarihe olan düşkünlüğünü bildiği için O’na Hark Al Ada diyor. Yaşadığı sürece bütün tarih Hark Al Ada’nın kaleminde şekil buluyor.. Artık ölümsüz olan Leto II planladığı altın yolda imparatorluğa oturuyor ve sular duruluyor..

Bu kitabı bitirdikten sonra benim için Dune hikayesi bitiyor aslında. Bundan sonrasını okumak istemiyorum ikinci kez. Bir kez okumuştum ve keşke bu kadarla bitseydi demiştim çünkü.. Bu kez bitti. Leto’nun Tiranlığını geçen binlerce yıldan sonra İdahoyu tekrar tekrar canlandırmasını.. Bunları tekrar okumak istemiyorum.. Size de tavsiye etmem ikinci kezi.. Bir kez okunmalı elbette J

20 Ekim 2011 Perşembe

Dune Mesihi - Frank Herbert

Çeviri: Arzu Taşçıoğlu, Deniz Vural

Aradan tam 12 yıl geçiyor... Büyük Cihad’ın üstünden tam 12 yıl... Paul artık bütün evrene hükmediyor  bir kurulla birlikte. Kurulda Alia (annesinin rahminde uyanan kız kardeşi), Prenses İrulan (karısı sıfatıyla yaşayan lakin asla karısı olmayan, eski imparatorun Bene Gesserit kızı), Chani (adına odalık denen lakin sevgilisi ve karısı olduğu herkesçe bilinen) ve Stilgar (çölde hayatını kurtaran, Fremenlerin lideri) vardı.

İrulanın komplosuyla başlıyor bu kitap. Chaniyle beraber ilk çocuklarını kaybettikten sonra Paul’ün kendisinden çocuk yapması ümidiyle İrulan, Chaniye bir ilaç veriyor. Hamileliğini önlüyor. Bu arada Paul’ün de izniyle Bene Gesseritle olan ilişkisini sürdürüyor. Paul, ona en azından bunu veriyor çünkü İrulan Kusiatz Hederah’la birleşip onun kanından bir oğul doğurmak göreviyle yetiştirilmiş. Bu görevi yerine getiremiyor, Kocasının kadını olamıyor. Büyük bir hakareti yaşıyor ve Paul ile Chani onu mümkün mertebe serbest bırakmaya çalışıyorlar. İrulan ise Paul’ü Gom Cabbar sınamasından geçiren Baş Rahibe Gaius Helen Mohiam, Bene Gesserite alternatif Bene Theliax’ın bir parçası Sima Dansçısı Scytale (Sima dansçıları çok zeki oldukları gibi istedikleri kişinin kılığı ve ruhuna bürünebiliyorlar) ve Lonca’nın adamı Edricle beraber Paul’e bir komplo kuruyor.

İrulan’ın bildiği kadarıyla komplo Chaninin ölümüne dayanıyor lakin Scytale’in planı başka.. Scytale, yıllar evvel Jessica ve Paul’ü kurtarmak uğruna ölen Duncan İdaho’dan bir Gula yaratıyor. Gula, ölülerin işe yarar beyin parçacıklarından üretilen bir robot. Gulalar, ölmeden önceki kişinin bütün karakterine, zeka ve becerisine sahip oluyor ancak anılarına asla sahip olamıyor.. Scytale başka bir kılığa girerek, Lonca üyesi Edricle beraber Paul’e Gulayı sunuyor bir Lonca hediyesi olarak. Ayrıca şehirde yaşayan Fremenlerden Paul’e karşı olmaya başlayanları da komploya dahil ederek işleri iyice karıştırıyor. Paul, Gula’nın kendisini öldürmek için şartlandırıldığını bilerek, Duncan’a olan sevgisinden, onu kabul ediyor. Bu arada Duncan bir mentat ve Zensünni filozofu olarak eğitilmiş ve adına da Nefr denilmişti. Nefr, hatırlamasa da Paul’ü hissediyor.. Hatta açık açık onu öldürmeye şartladıklarını ve kendisini iade etmesi gerektiğini söylüyor Paul’e. Paul sırf bu yüzden kabul ediyor Nefr’i..

Alia Duncan’ı hiç tanımadığı halde, iç görüsüyle biliyor. Tanıyor.. Ve ondan uzak durulması gerektiğini biliyor. Uzak durulmalı çünkü o şartlanmış bir katil ve uzak durulmalı çünkü ona aşık olabilir... Stilgar Nefr’i kıskanıyor çünkü, o Duncan. Paul’ün en yakını, Paul için ölmüş olan..

Nefr, bir gün Paul’ü tam şartlanma sonucu öldürecekken uyanıyor ve öyle bir karşı koyuş geliyor ki, Duncan oluyor. Hatırlanamayan anılar, canından çok sevdiği küçük Dük’ünü öldürmemek için geliyor.. Bundan sonra güvenilir bir sığınak oluyor Nefr.

Scytale’in hain planı devam ediyor, Paul bu plana ayak diremiyor çünkü bir seçim yapmak zorunda. İrulanın ilaçlarından kurtulan Chani hamile kalıyor ve Paul onun, denediği bütün farklı gelecek görülerinde ölümünü görüyor.. Ölümün önüne geçmek için görülerde var olmayan şimdiler yaratıyor..
Bu şimdilerden bir tanesi de eski Fremen naiplerinden birinin pususuna düşmesi. Bir gece tek başına bu pusuya yol alıyor ve büyük bir patlamayla gözlerini yitiriyor. Lakin görme yeteneği olduğu yerde duruyor.. Chani doğurana kadar görüyor Paul. Chani’nin doğumunda bir sürpriz gerçekleşiyor ve ikizler geliyor dünyaya. Ganima ve Leto. Doğum döşeğinde bir sahne, Scytale ikizleri öldürecekken, Paul başikten görüyor Scytale’i. Letonun gözleriyle görüyor ve bir hamlede yok ediyor düşmanı.. İkizler, Alia gibi rahimde uyananlardan. Melanetin gölgesinde...

Paul Chaninin önlememesi gereken ölümüyle gerçek körlüğe bırakıyor kendini ve eski bir Fremen geleneği olan (körler Şeyh hulud’a armağan edilirler, çölde yalnız bırakılarak..) çöl yürüyüşüne çıkıyor.

Paul’ün ölümüyle Alia yönetimi devralıyor, İrulan Paul’e olan aşkı için Bene Gesseriti reddedip ikizlerin bakımına adıyor kendini ve Duncan İdaho ile Alia evleniyorlar..

Paul ölümü seçiyor çünkü kendi yarattığı tanrıyı öldürmesi gerekiyor. Çünkü gelmesini istemediği gelecek, ayaklarının altında şekilleniyor. Durdurmak için yaptığı her şey, daha büyük bir itileme gerçekleştiriyor ve olacak olan oluyor. Bu tanrıyı yok etmesi gerektiğine inanıyor Paul. Tüm evrende yaşanan kırımın durması gerekiyor.. Olmuyor, Paul gidiyor.

Evet bu kitap böylece yarım kalıyor.. Ve ben bilemiyorum bu seriyi anlatırken neden klasik özetlemenin ötesine geçemediğimi.. Aslında bu seri her şeyi başka bir gözden anlatıyor zaten, benim üzerine koyacak yorumum kalmıyor sanırım. Uzun uzun anlatmak geçiyor içimden, bir ateşin başında, torunlarını etrafına toplamış bir büyük anne edasıyla. O da olmuyor.. Bu seri okunmalı, kendini bilen-bilmeyen herkes tarafından defalarca okunmalı hem de. 

2 Ekim 2011 Pazar

Sesler - Ursula K. Le Guin

Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
İzmir kitap fuarında gözü dönmüş dolaşırken edindiğim Batı Sahilleri Yıllıkları serisinin ikinci kitabıydı Sesler.. Marifetleri okur okumaz, filmin en heyecanlı yerinde kalmış gibi Seslere başladım elbette. Bu başka bir hikaye... En önemlisi de Ursula'nın diliyle..

Marifetler, kaderlerine karşı çıkan iki küçük çocuğun başladığı yolculukla bitiyordu. Sesler elbette buradan başlamıyor lakin onun devamı niteliğinde belki. Devamı değil yahu, başka bir hikaye, aradan 30 yıl geçmiş, başka bir şehir. Başka bir kahraman, Memer. 

Memer, Ansul denen kuşatma altındaki bir şehirde yaşıyor. Geçmişte barındırdığı üniversiteyle ve büyük kütüphanesiyle ünlü, halkı okumuş ve bilgiye saygı duyan ancak yapılan işkenceler sonucu bütün hazinelerini yitirmiş, ezilmiş bir halk. Burada hazinelerden kastım yanlış anlaşılmasın, para değil onların hazinesi, bilgi.. En büyük üniversite ve kütüphaneler bu şehirde. Memer, dedesiyle birlikte eskiden zengin olan ve saygın bir evde yaşıyor. Annesi yok, kuşatmacıların tecavüzüyle dünyaya gelmiş lakin annesinin soyunun bütün iyi meziyetlerine sahip. Hatta, evin altındaki açılmayan kapıyı kadim lisanın işaretlerini kullanarak açabilecek kadar zeki. Açılmayan kapının ardında, kuşatmacı Aldlardan saklanabilmiş bir kütüphane mevcut. Aldlar ilk geldiğinde yakıp yıkıp yağlamışlar. Çok tanrılı Ansuru dinsizlikle suçlamış ve kendi dinlerinin etkisiyle kadınları mal gibi görmüş, tecavüz etmişler. Erkekleri de evlerindeki kitaplara bağlayıp denize atmışlar. Hem acımasız hem de cahil bir halk yani.. Aldlardan can pahasına kaçırılan kitaplar Memer'in dedesinin evinde Galva evinde toplanmış gizlice. Çocuk okumayı bilmiyor lakin duyduğu sesler onu bir kitaba çağırıyor. Bu çağrılardan birinde dedesi Sulter Galva'ya yakalanıyor ve dede, toruna okumayı öğretiyor gizli saklı. Yakalansalar ölümden beteri var, son kütüphanenin yok edilmesi.. Bu yüzden çok dikkatliler.

Bu arada, şehirde bir takım isyan planları yapılıyor, Sulter Galva bu planlara hep mesafeli lakin asla köstek değil. Günün birinde Memer, gizlice çıktığı pazarda (kadınların dışarı çıkması da yasak çünkü) bir çift görüyor at arabasında. Kırklı yaşlarında bir kadın; Gry ve bir adam; Orrec. 

Gry ve Orrec, yıllarca dolaşıp durmuşlar, Gry'in hayvan terbiyeciliği ve Orrec'in anlattığı hikayeler, şiirlerle geçimlerini sağlıyorlar. Buraya da işgalci Aldların başının davetiyle gelmişler. İşgalciler kitap ve yazıdan nefret etse de meşhur Orrec'in şiirlerini duymak istemişler. Özellikle de başları Gand Ioaratth.. Baş, halkı kadar kör değil, bilgiden korkmuyor onlar kadar. Lakin Orrec'i ve karısını da çadırında ağırlamak istemiyor çünkü onlara göre dinsizlerle aynı çatıda uyunmaz.. Hikaye de burada güzelleşiyor zaten. Orrec ve Gry, Memer'in misafiri oluyorlar bu yüzden. 

Aslında, Memerden habersiz olsalar da, dedesini tanıyor Orrec ve Gry. Geçmişin en büyük üniversitesi Galvanat, Galva soy adından geliyor. Bir kitabı arıyorlar Ansurda. Hatta kadim kitaplarla dolu Ansur kütüphanesini.. Bu kütüphanenin sahibi olabilecek tek ev de Sulter Galva'nın evi.. Evde Memer ve dedesiyle çok şey paylaşıyorlar, isyanı da.. Orrec dahil olmayı istese de lider olmayı pek tercih etmiyor ancak Aldlar tarafında da işler yolunda gitmiyor pek. Ioaratth'ın oğlu babasına karşı bir isyan başlatıyor. Babasının yeterince zalim olmadığından dertli çünkü ve Orrec'in ziyaretlerinden de hiç mi hiç hoşnut değil. 

Ansur halkının başlattığı bir isyanda Ioaratth'ın liderliğini rafa kaldıran oğul, babayı öldü diye hapsediyor ve işkenceler başlıyor. Lakin Galva evinde bir mucize gerçekleşiyor ve Sulter Galva beyaz kitabın (özel bir kitap bu, Memer'in sesini duyduğu kitap) gücünü kullanıyor. Halk daha büyük bir güçle karşı koyuyor, Orrec'i lider istiyorlar, karmaşa arasında Orrec, Ioaratth'ı kurtarıyor, oğlunu bertaraf ediyor ve bir anlaşma imzalanıyor. Orrec ise hitabetiyle bu süreci lider olarak tamamlıyor hiç istemediği şekilde. Sulter Salva'nın liderliğini tanıyor ve yine yola çıkıyorlar Gryle. Bu kez bir artarak elbette. Memerle birlikte.. 

Bu seride dikkatimi çeken bir şey oldu, Yerdeniz serisinin başında kadının yeri çok belirgin olmasa da, devamında güçlü karakterler girmişti hikayeye. Bunda ise Gry daha en başından güçlüydü ve bu gücünü hep çok belirsiz kullandı. Sessiz, ağır başlı. Aslanla olan ilişkisinde öyle büyük bir güç hissediyorsunuz ki, bu hikayede Orrec değil Gry olmalıyım diyorsunuz. Ben öyle dedim yani. Özeldi.

Sırada Güçler.. :)

1 Ekim 2011 Cumartesi

Marifetler - Ursula K. Le Guin

Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Mülksüzler ve Yerdeniz Hikayeleri'nden sonra kitapçıda görünce almadan geçemeyeceğim bir serinin ilk kitabıydı Marifetler. Batı Sahilleri Yıllıkları serisi üç kitaptan oluşuyor ve alışık olduğumuz üzere fantastik edebiyatta yine esip gürlüyor.. Tabi bu kez Yerdeniz hikayeleri gibi büyünün dibine vurulmuyor.. Lakin benzer bir şekilde, Ged'in büyümesi ve gücünü kullanmayı öğrenmesi gibi bir Orrec büyüyor. Neyse, lafı uzatmadan anlatmaya başlayayım..

Batı sahillerinde birbirine komşu ailelerin hakimiyetinde bulunan toplumlar mevcut. Bunlara tam olarak ne desem şimdi bilemiyorum, krallık desen, değil. Şehirlik desen.. Kabile belki... Bu topraklara hakim olan ailelerin çeşitli marifetleri var. Kimisi hayvanlarla konuşabiliyor, kimisi şey'lerin içini boşaltıyor, kimisi de kadim lisanda okuduğu bir duayla yıkım getiriyor.. 

Hikayemizin kahramanları, Orrec isimli bir küçük delikanlı ve aileleriyle de güzel bir dostluk yürüttükleri, hayvanlarla konuşabilen bir küçük kız. Adı Gry. Bu iki büyük ailenin çocukları birbirlerine çok yakınlar ve güçlerini birlikte keşfediyorlar. Lakin Orrec, yaşı ilerlediği halde gücünün ortaya çıkmamasından muzdarip ve ailenin son temsilcisi olması sebebiyle de üzerinde büyük bir yük birikiyor. 

Babası da oğlunun bu zaafından çok rahatsız çünkü gücü devam ettiremeyen aile bitmeye mahkum ne yazık ki -günümüz dünyasında da olduğu gibi.. Bir gün Orrec ve babası güç denemeleri yaparken, mucize gerçekleşiyor ve küçük kahramanımız farkına bile varamadan bir yılanı yok ediyor bakışlarıyla. Sonra bir başka seferde, neredeyse babasını yok edecek bir hata yapıyor ve neyse ki, o sırada bir kayayı parçalıyor.. Bu güç çok büyük ve kontrol edilemez göründüğü için gözlerini bağlaması gerektiğine karar veriliyor.. Orrec o günden itibaren çevresindekilere istemeden zarar vermemek için kör hayatı yaşamaya başlıyor. Bu arada Orrec, başka bir yerden gelmiş olan ve oralarda böyle güçlerden haberdar olmayan bir toplumun kızı olan annesinden öğrendiği okumayı geliştiriyor. Geceleri, ışık kapalıyken ve etrafta zarar verebileceği hiç kimse yokken (sevgili köpeğini bile yanına almıyor o sıralarda) kitap okuyor. Okumanın sihrine varıyor ve okuduklarını anlatmaya başlıyor..Hitabeti öylesine kuvvetleniyor ki, sesini duyan hayran kalıyor.. Bir ara, şimdi adını hatırlamadığım bir gezgin çıkageliyor ve Orrec ve Gry haricindeki herkes adamı güvenilmez buluyor. Adam, bir kitap arıyor. Tüm hayatı, kitapları aramakla geçmiş ve sabit bir yeri olmamış hiç. Bizim çocuklar heyecanlanıyor, dışarıda başka dünyalar olduğunu öğreniyor ve bilmek görmek istiyorlar içten içe..

Yıllar geçiyor, Orrec'in kör gözlerinin namı yayılıyor. Güçlü ailelerden birisi bir evlilik teklifiyle geliyor ve gençleri tanıştırmak için  evine davet ediyor bizimkileri. Orrec, istemeye istemeye gidiyor anne ve babasıyla fakat işler umulduğu gibi gitmiyor. Aile, kadim lisanı kullanarak yavaş yavaş yok edebilme gücüne sahip ve özürlü kızlarına uygun görmüşler bizim delikanlıyı. Ayrıca, evin babası Orrecin babasıyla çıktığı bir avdan memnun dönmüyor ve işler yolunda gitmeyince annesine kadim lisanı kullanıyor. Apar topar kaçıyor bizim aile oradan. Eve döndüklerinde anne yavaş yavaş hastalanıyor. Eriyor gün be gün. Bu arada Orrec, gücünden şüphelenmeye başlıyor. Bir gün açıyor kör gözlerini ve aslında babasının oyununa geldiğini anlıyor. Baba, güçsüz oğluna korkutucu bir rol biçiyor ki ailesi ve halkı sıkıntılar çekmesin gelecekte. Orrec, bunu fark edince gitmeye karar veriyor. Annesinin ölümüyle bunalıma giren babasını bırakıyor ve Gryle beraber yollara düşüyorlar. Daha çok kadim lisanda yazılmış kitapların ve hatta yazılmış bütün kitapların izini sürmeye çıkıyorlar.. Yanlarında, Gry'in evcil hayvanı ve koruyucuları bir arslanla beraber.. Marifetlerinden sıyrılıp, dünyanın onlara biçtiği rolü yok sayıp, kendi kaderlerini yazmaya, yollara.. Geçim kaynakları da Orrec'in dili oluyor aslında. Kendi yarattığı gücü...

Marifetler burada bitiyor ve Sesler başlıyor.. Çok yakında bu sayfalarda :))

30 Eylül 2011 Cuma

Dune - Frank Herbert

Çeviri: Deniz Vural - Arzu Taşçıoğlu

Başka bir yazı yazmıştım bu kitap için. Bu seri için demeliyim tabi ki.  Sonra bir de baktım, unutmuşum bazı detayları. Oysa detaylar önemli.. Tekrar başladım okumaya, yazmaya biraz geç kaldım elbette.. 

Kitabın hikayesine başlamadan önce biraz tanıtmam gerekiyor ortamı sanırım. Bir sürü yeni şeyle karşılaşıyorsunuz çünkü Harbert’in yarattığı evrende..

Her şeyden önce, belirteyim ben Atreides evini seçtim kendime, hatta Atreides evinde bir Bene Gesserit olmayı tercih ederim. Evet evet. Bu benim :)

Uzaak mı uzak bir gelecekte bir imparator yaşarmış IV. Şaddam adında. İmparatorun bir sürü gezegeni varmış idare etmesi gereken. Bu gezegenler ev denilen ailelere aitmiş. Kimi evlerin halkı mutlu imiş ve yöneticilerine gönülden bağlı, kimileri zengin ama mutsuzmuş ezilmekten.. Kahramanlarımız bu evlerden iki tanesinin kan davasıyla alakalı.. (Buna sonra değineceğim.) Diğer hikayelerin aksine bizim imparator çok da adil sayılmazmış, güç ve para hırsıyla yaşarmış. Bu yüzden evleri birbirine kırdırmak ufak işlerindenmiş.
Bu arada tüm bu gezegenleri ilgilendiren üç kurum varmış. Birisi CHOAM: İmparator ve büyük evler tarafından diğer iki kurumun sessiz ortaklığında yönetilen evrensel gelişim şirketi. Para ve gücü idare eden en büyük kurum bu sayılıyor. Diğer iki sessiz ortaktan biri Uzay Loncası: Uzay yolculuğu ve taşımacılığıyla uluslararası bankacılık işlerini yöneten kurum. Aynı zamanda diğer adı geçen kuruma kafa tutmak için kurulmuş, ikinci zihinsel-fiziksel gelişim okulu. Sonuncu ve diğer herkesin korktuğu kurum da Bene Gesserit: İnsanlığın var oluşundan bu yana  sadece insanlığa hizmet için kurulmuş, tamamı kadınlardan oluşan, benim de dahil olsam ne tatlı olurdu dediğim kurum.. Bene Gesserit, rahibeler eğitiyor. Öyle bir eğitim ki, kadınlar ölümcül dövüş tekniklerinin yanında insanları kontrol edebilme yeteneğine, gelecek hakkında yorum yapabilme kabiliyetine vee karşı konulmaz bir cazibeye sahipler. Bu arada, geçmişte yaşamış bütün Bene Gesseritlerin anıları zihinlerinde. Bir Bene Gesserit ölürken, bir başkası geliyor ve anılarını ondan alıyor, böylece nesiller boyu yaşamış olan bütün Bene Gesseritler, bir zihinde var olmaya devam ediyor.Ayrıca bununla da bitmiyor bizim amazonlar, 90 kuşaktır devam eden bir üreme zinciri oluşturmuşlar, bütün evlerden birer döl alıp, onları birbirleriyle çaprazlayarak Kuisatz Hederah’a ulaşmaya çalışıyorlar. Zaman ile mekan arasında köprü kuaracak olan erkek Bene Gesserit. Kurtarıcı..

Gelelim bizim kahramanlara.. Atreides evinin Dükü I. Leto, ideal adam, ideal lider kıvamında güçlü, zeki, adaletli, karısına aşık, ailesine ve evine (buradaki ev, büyük ev – hanedan) bağlı ve halkına sadık. Karısı bir Bene Gesserit, Jessica. O da tam bir leydi.. Kocasına olan aşkından, büyük Bene Gesserit planına sırt dönmüş ve bir kız doğurmak yerine Düküne bir veliaht vermiş, asil, güçlü bir kadın. Veee veliahtımız, küçük Paul. Paul, hem annesinin Bene Gesserit eğitiminden geçmiş hem babasının bütün iyi özelliklerine sahip 15 yaşında bir delikanlı. Ayrıca çok başarılı eğitmenler tarafından da bir asker ve lider olarak eğitilmekte.

Paul’e ve çevresindekilere biraz değinmek gerekecek.. Dövüş ve akıl hocalarından biri Duncan İdaho.  En çok onun etkisinde kalarak büyüyor Paul. İdaho tam bir ölüm makinesi bu arada. Duygusal bir makine.. İkinci akıl ve dövüş hocası aynı zamanda çok iyi bir baliset (bir tür müzik aleti) çalan ve çok güzel şarkılar söyleyen Gurney Halleck. Bizim ufaklık, bu iki adamın tekniklerini öğrenerek bir savaşçı gibi yetişiyor.. Üçüncüsü bir mentat, Thufir Hawat. Hawat biraz yaşlı. Onun evdeki görevi de akıl hocalığı. Kendisi insan bilgisayar, mentatlar ihtimalleri her yönüyle analiz edip bütün olasılıklardan doğru sonuca ulaşmakta kullanılan bir sınıf. Hawat, mentat yeteneklerini bizim ufaklığa öğretiyor ufaktan. Son yoldaş da Dr Yueh. Kendisi Suk şartlandırmasına (Suk okulunda eğitim görmüş doktorlara güvenebilmek için bir şartlandırma yapılıyor ve kişi ihaneti aklından bile geçiremiyor) sahip, en güvenilir adam. Bütün ailenin sağlık durumları ondan soruluyor..
Hikayemize geçebilirim artık sanırım. Caladanda hüküm süren Atreides evine İmparator ve büyük evlerin idaresindeki CHOAM ve Lonca tarafından Arrakis (Dune – Çöl gezegeni) gezegenine gidip idaresini üstlenmek görevi veriliyor. Bu görev aslında orada şimdiye kadar hüküm süren Harrkonnen evinin geçmişten kalan bir intikam için İmparatoru ikna etmesiyle doğrudan ilişkili. Leto, olacakları bilerek çıkıyor bu yola ve Caladan’ı terk edip Dune’a yerleşmesiyle hikaye başlıyor..
Arrakis bir çöl gezegeni, susuzluktan kırılıyor ve akıl erdiremeyeceğiniz şekilde suyun değerini anlıyorsunuz.. Melanj isimli bir bahar yetişiyor burada. Bu bahar hemen hemen bütün gezegeni ele geçirmiş durumda. Ömrü uzatan ve geleceğe dair kehanetler yaptırabilen baharın yokluğu insanları öldürebilecek kadar güçlü. Arrakis bu yüzden değerli ve halkı Fremenler adında vahşi bir topluluk. Çölde suyu minimumda kullanarak ve bir gün yeşil bitki örtüsüne sahip olabilecek adımları atarak yaşıyorlar. İyi dövüşüyorlar, kaç kişi oldukları bilinmiyor, görmezden geliniyorlar.. Çok eski zamanlarda Bene Gesserit aralarına bir efsane bırakmış ve bu efsaneyi din olarak kabul etmiş bir halk. Din her şeyin başlangıcı oluyor Arrakiste. Onlar, diğer gezegenlerden gelen herkesin korkulu rüyası olan dev solucanlara (Yaratan diyorşar onlara) sezdirmeden çölde hareket edebiliyor ve hatta onları ulaşım aracı olarak kullanabiliyorlar. Ayrıca damıtıcı giysi denen bir tulumla yaşıyorlar. Su o kadar az ki, çölde hayatta kalmak için kendi vücut sıvılarını damıtıp tekrar kullanmalarını sağlayan bu teknoloji harikalarını kendileri üretiyorlar..

Leto, Arrakise ilk geldiğinde Fremenleri tarafına çekmek için hazırlık yapmaya başlıyor, biraz zamanı olsa aslında Letoyu tanıyacak ve arkasında duracaklar lakin ne yazık ki zamanı olmuyor Leto’nun. Yalnızca Fremenlerin gizli lideri ve İmparatorluğun Gezegen Bilimcisi Liet Kynes’la tanışabiliyor Leto. Kynes, bir efsanenin de peşinde aslında. Efsanelerinde bir baş rahibe ve ondan olan oğul var. Oğul Fremenleri suya kavuşturacak olan, Mesih.

Fazla uzatmayayım, olaylar gelişiyor, Leto’nun en güvendiği isimlerden birisi olan Dr Yue (Suk şartlanması bir şekilde kırılmış) Harkonnenlere satıyor Atreides evini. Leto’yu teslim ediyor lakin o kadar da büyük bir sadakati var ki, Jessica ve Paul’ü Fremenlerin yardımıyla kaçırıyor. Kaçarlarken Liet Kynes ölüyor, Duncan İdaho, onlara zaman kazandırmak için kendini Sardokarlara (İmparatorluğun yenilmez askerleri – Harkonnenlere gizli yardım için oradalar) veriyor – ölümüne.. Leto ölüyor.. Harkonnen baronu Hawat’ı kendi mentatı olarak alıyor ve Hawat bir gün intikam alırım umuduyla kalıyor, Halleck bahar kaçakçılarına katılıyor.. Jessica ve Paul açık çölde tek başlarına kalıyorlar, öldükleri sanılıyor. Fremenler onları bulduğunda kendilerini ispat etmeleri gerekiyor ve mucizevi bir şekilde bekledikleri Lisan-ül Gayb olduğunu fark ediyorlar Paul’ün..

Jessica bu arada hamile ve Fremenlerin baş rahibesi, Jessica’yı bir sınavdan geçiriyor. Dönüştürülmemiş baharı (zehir) bedeninde dönüştürüp başrahibenin bilincini bilincine katması gerekiyor Jessica’nın. Ve bu tören gerçekleşiyor, Alia henüz bir ceninken uyanıyor ve annesi ve başrahibenin ve diğer bütün ölmüş başrahibelerin bilincini ekliyor bilincine.. (Doğduğunda bir melanet olarak anılacak)

Fremenlerin yeni başrahibesi (Sayyadina) Jessicanın yanında, bu törende ölen Liet Kynes’ın kızı Chani de Sayyadina oluyor. Onun bahar dönüştürmek ya da kehanet güçleri yok ancak törenlere önderlik edebilecek mertebede.. Bu arada Chani’nin amcası Stilgar bütün Fremenlerin başı oluyor ve Paul ve Jessica kurulda yanında duruyor. Paule bir isim buluyorlar Usul.. Bu gizli isim ve çağırılacağı ismi de Paul seçiyor, Muad-dib. Yılar geçiyor...

Paul henüz Caladandayken bir başrahibenin, Kusiatz Hederah olma ihtimaline karşı yaptığı bir sınamada (Gom Cabbar) rahibeye tanışacağını söylediği kızla, Chaniyle evleniyor. Fremen adetlerine göre.. Bir oğulları oluyor, Alia büyüyor.. Konuşmaya başladığı anda bir yetişkin gibi davranıyor ve insanlar ondan korkuyor. O daha doğmadan başrahibe oluyor çünkü..

İki yıl sonra Paul, Stilgar’ın da önüne geçerek Fremenlerin lideri oluyor çünkü o Lisan-ül Gayb. Suyu bağışlayan.. İmparator, Harkonnenlerle birlikte Arrakiste ters giden şeyleri çözmek ve artık sıkıntı yaratan Fremenleri ezmek için geliyor. Chani ve Paul’ün oğlu II. Leto ölüyor, Alia tutsak düşüyor. Aslında izin veriyor kendisini almalarına.

Paul saldırıyor, bu saldırı sırasında Harkonnen Baronunu öldürüyor Alia, Paul İmparatoru rehin alıyor ve hayatı karşılığında kızı Prenses İrulan’la bir evlilik planlıyor. O’nu asla karısı yapmıyor, sadece İmparatorluğa giden yolda bir basmak olarak kullanıyor.. Ve birinci kitap burada bitiyor...

Bu seriyi anlatırken ne kadar ciddileştiğimi fark ettim.. Öyle ki, ilk yazdığımda çok detayı unuttuğumu anlayıp seriye yeniden başladım ve aynı heyecanla okuyorum.. Beni en çok sarsan an, Leto’nun öldüğü andı. Okurken sanki olmayacakmış gibi hissediyorsun.. Ve yine ölüyor L Olmaz ki ama.. Şu an ikincideyim. Yine çok heyecanlı. Asıl heyecanlı olan da serinin ikinci kitabıyla ilgili hiç Türkçe kaynak bulamamış olmam elbette J Belki de bu ilk olacak.

Kitap hakkında ne mi öneririm? Okunmalı! Defalarca belki de.. Hatta devlet liderleri hatmetmeli bu seriyi. Din ve politika konusunda bilmek isteyebileceğiniz her şey burada. Mantık, insan, medeniyet, teknoloji.. Olmaması gereken her şey bu kitapta. Hatta masumlardan nasıl katil yaratıldığını merak ediyorsanız, bir insanın nasıl istemeden Tanrılaştığını ve yine hiç istemediği halde bir Cihad’ı nasıl başlattığını merak ediyorsanız.. Hepsi burada. Olması gerekenler de elbette burada.. Okunmalı. Kesinlikle.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Mülksüzler - Ursula K. Leguin

Çeviri: Levent Mollamustafaoğlu
Bilerek ve isteyerek iki kez okuduğum nadir kitaplardan birisidir kendileri. İlk kez, yıllar önce Mersin'deyken çok yakın bir arkadaşım önermişti bu kitabı ve yazarı. Hatta ödünç verdi ve bir çırpıda okuyuverdim.. 10 yıl sonra evleneceğim adam olduğunu bilseydim daha farklı olabilirdi belki kitaba bakışım :)

Benim için inanılmaz bir dünyanın kapılarını açtı bu kitap. Hep adını duyduğum lakin yaşım gereği (On yedi idim sanırım), derme çatma bilgilere sahip olduğum (diğer bir çok kavram gibi) anarşizmden söz ediyordu. Söz etmekle kalmıyor, anarşist bir dünya yaratıyordu Ursula. O yaşlarda, çok şey anladığımı sanıyordum aslında. Anlamıştım da, etkileri büyük oldu karakterimi ve görüşlerimi geliştirmemde..

Sonra, yıllar sonra bir kitapçıda gördüm zat-ı şahanelerinin mavi kapağını. Hemen aldım ve bir kez daha okudum elbette. Burada yazacaklarım, 10 yıl arayla okunmuş ve her seferinde başka bir etki bırakmış bu kitabın bendeki toplamı olacak muhakkak. Ve evet, artık kitaplığımızda iki adet Mülksüzler var. Ursula'nın bir çok kitabında olduğu gibi..

Öncelikle o anarşist dünyadan söz edilmeli. Nasıl doğduğundan.. Urras isimli bir gezegen var. Onunla ilgili çok şey anlatmaya da gerek yok aslında, bugünkü dünyamızın bir tasfirini düşünün. Kapitalizm almış başını gitmekte,  dünya zengin azınlıkların hakimiyetinde, çocuklar bir yerlerde açlıktan ölmekte, alavere dalavere, savaş, kargaşa.. Bizim boktan dünyamızda olan ne varsa Urrasta da var yani. Tabi ki bu dünya düzeninden memnun olmayan küçük ve akıllı bir azınlık da mevcut dünyada. Küçük bir asiler grubu. Görmüş geçirmiş kişilerden oluşan, entellektüel birikim sahibi ve geneli bilim insanı olan küçük bir azınlık. Bu azınlık büyük bir isyan başlatıyor Odo'nun liderliğinde ve en sonunda terk-i diyar eyliyor. Yakınlarda, yaşam için çok da elverişli olmayan Anarres isimli bir gezegene yerleşiyorlar. Bu arada Urras'la olan bütün irtibatı da kesiyorlar, iki dünya da birbirinden uzak durmaya söz veriyor ve ilişkileri kesiliyor.

Nesiller geçiyor, Anarreste Anarşist bir dünya yaratılıyor. Odocu anarşizm. Herkesin eşit şartlarda, her işi yaptığı bir dünya. Bir fizik profesörü, vakti geldiğinde çöp toplayıcılığı işinde istihdam ediliyor mesela. Mülkiyet kavramı yok bu dünyada. Her şey herkesin. Bu ebeveyn - çocuk ilişkisinde bile böyle. İki insan aşık oluyor, birlikte oluyor, evlenmeden çocuk yapıyor. Çocuk anne sütünden kesilince de yurtlara yerleştiriliyor. Hiç kimsenin bireysel ailesi olmadan yetiştiriliyorlar. Hatta eli kanayan çocuk, 'el kanadı' diye anlatıyor derdini. Kıyafetler tek düze, kullanışlı. Ev yok, oda var. Yemekhanelerde herkes aynı şeyleri yiyor, zengin ya da fakir yok. Birisi aç iken diğeri yemek yemez Anarreste..

Her şey aslında çok ideal görünüyor başlarda, sonraları bu anarşist dünyada da genelin farkında olmadığı bir takım dalavereler çeviren bir azınlık olduğu çıkıyor ortaya.. Bu dalaverelerden zarar görenlerden biri Shevek isimli kahramanımız. Şimdi nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde, Urras ile bilimsel anlamda bir diyaloğa geçiliyor ve Shevek, nesiller sonra Anarresten Urrasa ilk giden insan oluyor.

Gittiğinde bulduğu dünyaya ilk başta hayran kalıyor. Urraslılar çirkinliklerini saklamayı iyi beceriyorlar çünkü. Lüks, bolluk ve refah içinde bir dünyada buluyor kendini Shevek. Bilimsel anlamda değer gördüğü bir dünya. Sonra bir şekilde bu yapmacıklıktan bunalıyor ve sokağa atıyor kendini. Sokakta başka bir dünya buluyor. Asilerle tanışıyor, Odo'cu anarşizmi ideallerinde taşıyan bir grup insanla ilişkiye geçiyor ve isyana katılıyor anarşist ruhu gereği..

Mülksüzler, ideal düzen anarşizmin de aslında kusursuz olmadığını anlatması bağlamında da büyük bir eser kanımca. Kapitalizmin soğuk nefesini zaten bildiğimiz için, ikisini kıyaslamak da çok ağır sonuçlar yaratıyor. Evet kapitalizmi istemiyoruz çünkü yoz, lakin anarşizm de kusursuz uygulansa bile sorunları olan bir ideoloji. Nedenine gelince, elbette 'insan' faktörü. Bu yine benim kanım elbette. Dünya üzerinde düşünülebilecek en kusursuz yaşama biçimi bile içine insan girdiği için yozlaşmaya mahkum görünüyor ne yazık ki.. Lakin gene de, Anarres, Urrastan çok daha yaşanılası bir dünya benim gibiler için. Şimdi hadi gidiyorsunuz deseler ve bize bir dünya verseler... Neyse.. Kitabın sonunda zaten Shevek, Anarresteki sorunların Urrastakilerin yanında devede kulak olduğuna karar veriyor ve yeniden Anarrese kaçıyor..

Mutlu son :)

19 Eylül 2011 Pazartesi

Empati - Adam Fawer

Çeviri: Murat Kayı
Ben de istiyorum bir yetenek. Evet evet madem ejderha efendisi olabilecek ejderhalara sahip değiliz, ya da birer Ged değiliz... Buna da razıyım. Empati.

Bu kitabı kitapçıda gördüğümde üzerinde "Olasılıksız'ın yazarından" diyordu. Olasılıksızı henüz okumadığım için pek bir şey ifade etmedi lakin orada burada minibüslerde falan insanların elinde gördüğüm, ilginç kapak tasarımıyla da dikkatimi çeken bir kitaptı Olasılıksız. O kadar. (Tabi sonra onu da okudum..) Daha fazla detaya girmeden hemen Empati'ye döneyim.

Başlarda ne olduğunu anlayamadığınız bir konunun içine düşüyorsunuz. Bir kadın ve bir adam var ortada ve aşk yok. Çok ilginç değil mi.. 2007 de başlayan hikayede bir kadın var ki, müziğiyle tüm dünyayı kendine hayran bıraktığına inanıyorsunuz, ve bir adam var ki zavallı, sorunları olan bir ezik olduğunu düşünüyorsunuz.. İlginç maceralar yaşanıyor ve geçmişlerinde kayıp olan noktalar olduğunu fark ediyorlar. Hatırladıkça bu varoluşun içinde başka bir konumları olduğunu anlıyorlar korkuyla. Zihinleri başka çalışıyor, başka türlü bir enerji yayıyorlar, hakim bir enerji..  Avatar'ın çizgi filminden çok sevdiğim bir tabir vardı: bükmek. Avatar hava büküyordu, bunlar ruh ya da zihin büküyorlar. Başkalarının hissedip düşündüklerini, kontrol edip yönlendirebiliyorlar. Çok tanıdık geliyor aslında, kitapta da bu özel çocukları (onlara empat diyorlar) siyasi ve mali yönlerde kullanmak için hükumet ve başka mihraklar kolları sıvamış bile. Bu gençler de kaçırılmayı başarmış ve güçleri bir dış etkenle (taktıkları bir kolyeden yayılan baskın enerji) köreltilmiş. Kitap onların bulunuşundan bahsediyor biraz da. Biraz geçmişe dönüyorlar, biraz kaçıyorlar en sonunda yeniden 2007de sonlanıyor her şey...

Adam Fawer, ilginç adam vesselam. İşletme bitirmiş ve bu tür işlerde çalışmış bir adam, bir gün bir kitap yazıyor (olasılıksız) ve okuyanı sarsıyor. Sonra bir kitap daha yazıyor (an itibarıyla, sadece iki kitabı var ne yazık ki) onunla da başka bir dünyanın kapılarını aralıyor.

Doğrusu, Empati bilim kurgu mu, değil mi bilemedim. O kadar inandırıcı ve gerçek bir dille anlatıyor ki.. Öyle olağan örneklendiriyor ve ilginç bilimsel gerçeklere dayandırıyor ki... Ne desem bilemedim bu kitaba. Evet ya, kurgu değil bunlar, bir çoğumuzda, çok cılız da olsa bu yetenekler mevcut aslında. Fawer, o cılız yeteneklerin evrim geçirip, patlama yaşamış halini anlatmış sadece. Çok da güzel bir dille, sürükleyici bir şekilde anlatmış. 'Yıllarını edebiyat ve bilime vermiş bir dahi gibi' çok mu abartılı oldu? Belki de.. Bir sonraki kitabı görünce, daha net bir karar verilebilir belki. Lakin, şiddetle tavsiye ederim, okuyunuz, okutunuz.

Benim kitabım ne yazık ki yine hacılanmış :(
Her kim ki aldı ve okuduysa (ya da okumasa da olur), rica ederim.. Tepemin tasını attırmayın. Saygılar.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Martin Eden - Jack London

Çeviren: Mete Ergin
 Yıllar önceydi, duyardım adını lakin okumak bir türlü fırsat olmamıştı bu romanı ve ne yazık ki Jack London'ın başka kitaplarını. DDY Bilgiişlem'de staj yaparken, oradan bir memur ablayla kitap sohbetimiz olmuştu. Ufak çaplı bir kitap takası sonucunda okumaya başladım. Her ödünç kitaba yaptığım gibi, hızlıca okuyup iade etmem gerekiyordu. Bu yüzden, bir çırpıda bitiriverdim desem yeridir. Bunda tabi ki, yazarın çok çok güçlü ve akıcı dili, kitabın siyasi kimliği ve evet o zamanlar sıkça izlediğim yeşilçam film senaryolarına benzerliği, zengin kız- fakir adam romantizmi de çok etkili olmuş olmalı :)

Lakin itiraf etmeli ki, en etkili kısmı, zengin olup kızı kapma hayalindeki adamın, o yeşilçam senaryosundan sıyrılarak geçirdiği zihinsel süreçleri takip etmekti..

Martin Eden, bir denizci. Kaba, cahil ve tabi ki kaslı bir adam. Bir gün bir melek kız çıkageliyor ve bütün hayatını değiştiriveriyor. Güzel, narin ve zengin bir hanımefendi kendileri. Aşık Martin ne yapsın, zengin olmanın yollarını arıyor kafasında, çünkü bu kadın bildiklerinden değil, kas gücü yetmiyor onu tavlamaya. Öyle ha deyince zengin olunmayacağını anlayınca, yazar olmaya karar veriyor. Onlar da çok kazanıyor çünkü o dönemlerde. Bunun için, okumaya başlıyor. Bir yandan gemide çalışıyor, kaslarını hamlatmadan, bir yandan okuyor. Hem de ne okumak.. Marx, Nietzche.. (Aynı Jack London'ın kendisi gibi.) Yazmayı denediği bir takım hikaye ve şiirleri, gönderdiği her yerden reddediliyor. Bu arada, bir beyefendi olma yolunda hızla ilerliyor Martin. Kızımızın da kalbini çalmayı başarıyor hatta. Onun, o aristokrat çevresinde bir yer ediniyor kendisine. Kızımız, 'reddedilen hikayelerle yürümez bu iş Martin, beni alacaksan para kazanman lazım.' diyor bir gün, Martin'e gazetecilik öneriyor. Lakin Martin okudukça öğreniyor, öğrendikçe seçim yapmaya başlıyor. Gazetecilik yapmak değil, roman yazmak istiyor. Ve bir gün, beklenen gerçekleşiyor, Martin'in o romanı öyle bir okunuyor, öyle kazandırıyor ki.. Martin artık özendiği bu hayatın, en tepelerinde bir yerlerinde buluyor kendini. Bu arada edebiyat çevrelerinde yaşanan dönme dolapları, burjuvazinin cehennem tarafını görüyor. İftiralar atılıyor, sosyalist olmakla suçlanıyor! Ne ayıp. Çünkü Martin, ne geldiği fakir hayata dönebiliyor, ne zenginlerle barışabiliyor. Arada kalmanın ağır yüküyle Martin hayallerini gerçekleştirip en tepeye yerleşmişken bir anda, atıveriyor kendini hayatın içinden dışına doğru.

İnsan üstü bir çabanın anlatımı Martin Eden. (Ve çabanın çuvallaması kanımca.)

Yazarın hayatını okuduğumda mı fark ettim, yoksa bununla ilgili bir makale mi okumuştum hatırlamıyorum lakin bir de benden duyun isterim: Martin Eden aslında yazarın ta kendisidir. Sanırım bu kanıya, Deniz Kurdu romanını okuduktan sonra varmıştım. Evet, şöyle olmuş olabilir; Martin Eden'i okuduktan sonra Jack London'ın diğer eserlerini merak ettiğimi ve Deniz Kurdu'nu aldığımı hatırlıyorum. Onu da okuduktan sonra hikayenin benzerliklerinden yola çıkarak yazarın hayatına merak sarmıştım. Evet bunlar oldu. Hayatını okuduktan sonra da, Martin Eden'in kendisi olduğuna emin oldum. Sonra  Deniz Kurdu'ndaki hangi karakterle özdeşleştiğini düşündüğümü ve önceleri, Hayalet'in kaptanı Kurt Larsen olduğu fikrine kapıldığımı hatırlıyorum. Ardından romanın kahramanı olan hımbıl yazar Van Heydenle de çok benzediklerini fark ettim. Evet Deniz Kurdu, yazarın ilk çok ses getiren romanıydı. Bu romanda da kendisini geçmişte olduğu ve şimdi geriye dönemediği adamlarla anlatıyor olmalıydı..

Şimdi Deniz Kurdu'ndan o kadar bahsetmek olmadı, ben en iyisi onu da başka bir yazıya bırakıp Martin Eden'i okunacaklar listenize -eğer hala okumadıysanız- eklemenizi tavsiye edeyim.. Çünkü çok şey öğrenebileceğiniz bir adam Martin Eden.

9 Eylül 2011 Cuma

Tekrardoğuş 2 - Bilgiyi Yayma (BİLYAY) Vakfı

Bir süredir üzerinde düşünmeye başladığım reenkarnasyon (tekrardoğuş) kavramı ve varlığıyla ilgili bilimsel çalışmaların olup olmadığını merak ediyordum. Eşim bir gün, İan Stevenson adında bir adamın çalışmalarından söz etti. Araştırınca zat-ı şahanelerinin Virjinya Üniversitesinde Psikoloji Profesörü olduğunu ve Parapsikoloji, Tekrardoğuş ve Ruhun Varlığı üzerine çok kapsamlı ve tamamen bilimsel araştırmalar yaptığını öğrendim. Ne yazık ki 2007 yılında vefat etmiş bu şahsın, Türkçe'ye çevrilmiş her hangi bir yayınını bulamadım. Ta ki, D&R'da raflar arasında gezinip Parapsikolojiyle ilgili yazılmış şarlatanlıklar arasında kaybolduğum bir anda, bu basit görünen kitabı fark edene kadar..

Kitap çoğunlukla Prof. Dr. İan Stevenson'un yaptığı çalışmalar, yayınladığı makaleler ve sunduğu konferansların çevirilerinden oluşuyordu. Hiç düşünmeden aldım ve okumak epey zamanımı aldı. Öyle bir çırpıda okunacak masalsı kitaplardan değil bu. Tamamı bilimsel araştırma yöntemlerine göre kaleme alınmış çalışmalardan oluşuyor. Bu sebeple, istatistiki bilgiler ve toplanmış verilerle ilgili tablolar arasında kaybolabiliyor insan. Vaka araştırmalarına gelince, her şey bir anda değişiyor elbette. Birbirinden farklı toplumlarda ve farklı dinlere mensup örneklemler arasında yapılan çalışmalar, bu çalışmalardan elde edilen tarafsızca ele alınmış veriler ve evet, olabilecek bütün bilimsel temellere dayalı yapılmış araştırmalarda ortaya çıkan gerçek vakalar.. Stevenson gerçekten tekrardoğuş inancını bilimin eşiğine taşımış... Bunu yapmaktaki amacı da, psikolojik tedavi gören bazı hastaların aslında 'hasta' olmayabileceği fikrini toplum ve bilim camiasına hatırlatmak.

Tekrardoğuş (reenkarnasyon) benim çok da yabancı olmadığım bir kavram aslında. Kitapta ve Stevenson'un çalışmalarında sıklıkla adı geçen ve bu tip vakaların yaşandığı düşünülen Adana'da doğup büyüdüm ben. Adana ve Hatay'da yaşamış neredeyse herkesin vardır uzaktan da olsa bir tanıdığı, tanıdığının kuzeni, komşusu ya da ınının nınısı yeniden doğduğuna inanan. Kitap zaten bazı bölgelerde bu vakaların neden daha sık meydana geldiğini de irdeliyor. Stevenson'un araştırmaları sonucunda elde ettiği tahmin, inanılan bölge ve toplumlarda kişilerin (çocukların daha çok) yaşadıklarını düşündükleri şeyi rahatlıkla dile getirebilmelerinden ve  anlatmaları için teşvik edilmelerinden kaynaklı olarak daha yaygın zannedilmesi. Tersi toplumlarda, kişiler bu yaşadıklarını düşündükleri deneyimden utanarak, aileleri tarafından bastırılarak ya da psikolojik tedavi görmek üzere uyuşturularak unutmaya daha meyilli oluyorlar.

Az önce 'tahmin' kelimesini kullandım, çünkü Stevenson'un kendisi, ne kadar derin araştırsa da henüz çürütülemez bir ispata ulaşmadığının farkında ve hiç bir çalışmasında herhangi bir dikte mevcut değil. Onun yapmaya çalıştığı şey biraz da, çeşitli şarlatanlıklarla insanların duygularını sömüren, bu işlerden para kazanan ve sırf bu kazancı yitirmemek için bilimsel temellerden uzak tutulan ruhani konuları bilimle barıştırmak. Bu yolda da çok büyük adımlar attığını öğrenmiş bulunuyorum şimdilerde.

Kitap yalnızca tekrardoğuş'tan bahsetmiyor. Başka bilim adamlarının tez ve antitezleri de mevcut. (Burada eklemeden geçmek saygısızlık olur, Stevenson, yaptığı çalışmalar sonucunda ispat etmeye çalıştığı şeyin aksi bir durum çıktığında da, açık yüreklilikle bu durumdan makale ya da yayınlarında bahsediyor.) Ayrıca, 'Haber verici rüyalar'a değinilen bir iki çalışma, 'ölüme yakın deneyimler'le ilgili bir takım çalışma ya da makaleler ve yaşandığı söylenen bir takım 'Ruh görme' deneyimleri de mevcut. Bu çalışmalarda adı geçen diğer bilim insanlarının da en azından adlarını yazmak istiyorum.

Dr. Satwant Pasricha,
Dr.Jonathan Venn,
Dr. Bruce Greyson,
Dr. Scott Rogo,
Dr. Michael B. Sabom.

Ayrıca, kitabın 3 ciltten oluşan bir yayın olduğunu eklemeliyim sanırım. Kitap, BİLYAY Vakfı tarafından hazırlanmış ve ne yazık ki çevirmenler konusunda bir bilgi içermiyor..

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kelebek - Henri Charriere

Çeviren: Aydil Balta
Bu kitabı ilk kez lise yıllarımda, evimizin tavan arasındaki anne-babamın parçalanmaya yüz tutmuş kitapları arasında bulmuştum. Annemin aşk konulu bir çok kitabını okuduktan sonra, sıra buna geldiğinde her şey değişmişti benim için. Sanırım bu durumda, her şeyin değişken olduğu ergenlik yıllarıma denk gelmesinin de etkisi olmuştur. Öyle ya, soyut düşünmeyi henüz keşfeden temiz bir zihne, özgürlük kavramını dibine kadar haykıran bir kitap rehberlik etmiş oluyordu.

Bir çoğunuz bu kitabı duymuş, okumuş ya da filmini izlemiştir sanırım. Kitabın bu kadar popüler olması elbette müthiş bir edebi eser olmasından ya da yazarın kullandığı benzersiz dilden kaynaklanmıyor. Bu kitabı gerçek, hislerimi bu kadar derin yapan, bu adamın anlattıklarını gerçekten yaşamış olması. Evet, Henri Charriere gerçek bir adam ve bu yazdıkları gerçekten yaşanmış olan. Bu özgürlük savaşı gerçekten verildi ve kazanıldı. İnanması çok güç değil mi..

Peki nedir verdiği savaş, biraz da ondan bahsedeyim. Detaylara girememek ve O'nun kelimelerini kullanamamak gerçekten çok zorlaştıracak işi. Çünkü, ne yaşadığını çok iyi bilen ve bunu tam da bizim anlayabileceğimiz basitlikte anlatabilmiş (bir yazar değil) sıradan bir adamın hayatı bu. Sıradan olmak, basit bir yaşamı gerektirmiyor çünkü. Bir gün bir şey oluveriyor ve herkes kendi tercih ettiği savaşı yaşamaya başlıyor.

Henri Charriere denen ve hayatını küçük işler çevirerek geçiren bir adam, bir gün bir cinayetin üzerine yıkılmasıyla Fransız Guyanasında ömür boyu küreğe mahkum oluyor. Bu haksız mahkumiyet, adamımızın içinde bir tek duyguyu diriltiyor. Özgürlük. Daha mahkumiyetin ilk gününde kaçılamayan yerden firar panları yapmaya başlıyor elbette.Hikaye biraz da burada başlıyor.

İlk firar deneyimi, iki arkadaş eşliğinde başlıyor. Derme çatma bir tekneyle okyanusa açılıyorlar, cüzzamlıların hapis tutulduğu bir adada bir süre reddedilmişlerin iyi niyetli misafirperverlikleriyle hayatta kalıp tekrar yola koyuluyorlar. Güney Amerikanın kuzeyinde bir sürü yerde bir sürü şey yaşadıktan sonra Kelebek, bir kızılderili kabilesinde uzunca bir süre yaşıyor. Burada kızılderili geleneklerine göre iki kız kardeşle evleniyor, hatta baba bile oluyor. Bir daha asla görmeyeceği çocukların babası. Özgürlük fikri burada da bırakmıyor peşini, ayrılıyor. En çok bu noktada kızdığımı hatırlıyorum Kelebeğe. Orada hem güvenli bir hayat, hem kendisine her şeyiyle bağlı bir aile, hem daha ne olsun, kızılderililer işte. Doğanın çocuklarıyla yarı mistik bir hayat. (Yıllar sonra tekrar okuduğumda hak verir gibi mi oldum ne?)

Boşuna kızmıyorum bu arada, Kolombiyada yakalanıyor ve Fransızlara iade ediliyor. Yeniden kürek cezası ve hatta üstüne firardan kaynaklı 2 yıl hücre cezası. Bağlantıları sayesinde, diri çıkılamayan hücreden her gün aldığı hindistan cevizi ve sigara takviyesiyle, sapasağlam çıkıyor Kelebek.

Çıkar çıkmaz bir sal yapmaya başlıyor ve salın bittiği gün yakayı ele veriyor. 8 yıl hücre cezası daha.. Bu kez her şeyin bittiğini düşünürken, hücre kuralları değişiyor. Haftada bir gün denize girip güneşlenme izni başlıyor hücredekilerin. Bu arada kaçış planları yapmaya devam ederken, bir kahramanlık yapıyor adamımız. Bir mubasır kızının hayatını kurtarıyor ve hücre cezası affediliyor. Şeytan adası denilen ve bu kez gerçekten 'kaçılamamış' olan yere, denizin ortasında, kayalıklarla çevrili bir 'aslında olmayan yer'e gönderiliyor.

Son firar hikayesi de işte tam burada başlıyor. O yüksek kayalıklardan denizi izleyip artık bittiğini düşünürken, görüyor çıkışı.. Kayalıklara vuran dalgaları yüksekten izlerken hep aklıma gelir bu sahne. O dalgaların beni alıp özgürlüğüme götüreceğine inanırım. Kelebek için böyle oluyor tam olarak. O dalgalar, onu alıp özgürlüğüne götürüyor. Venezuela'ya. Venezuela hükumeti, pişmanlığına inanıp, vatandaşlık veriyor ve ölene kadar burada mutlu mesut yaşıyor Kelebek.

Bilinçli bir şekilde iki kez okuduğum nadir kitaplardan birisidir kendileri. Her iki seferinde de bir şeyleri değiştirmiştir içimde. Tavsiyemdir, hala okumadıysanız, hata yapıyorsunuz a dostlar.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Cahillikler Kitabı - John Lloyd, John Mitchinson

Çeviri: Cihan Aslı Filiz, Emre Ergüven
Bu kitap da hediye paketi içinde girdi kitaplığıma. Kitaplığımda en sevdiğim bölüm 'hediye gelenler' kısmı sanırım.

Öncelikle kapağı çekti dikkatimi. Çok eğlenceli tasarlanmış ve kitabın içindekilerle ilgili ipuçları barındırıyor. Kitaptaki cevapların, ilginç soruları. Soruları gördükçe cevaplar kafanızda beliriyor lakin kitabın adı 'cahillikler kitabı' olunca, bir 'acaba' beliriyor ister istemez. İçini açıp okumaya başlayınca da, daha ilk sorunun cevabında anlıyorsunuz: yanlış biliyormuşsunuz şimdiye kadar...

Sadece yanlış bildiklerimin doğrularını bulsam, basit bir soru-cevap teksiri olurdu kitap. Elbette o kadarla kalmıyor. Her cevabın nedenini ve daha önce hiç düşünme gereği bile duymadığım bilimsel gerçekleri barındırıyor. Yoğun bir araştırmanın ürünü olduğu o kadar belli ki. Her konuya dair bir 'doğru sandığımız mit' bulmak mevcut kitapta. Tarih kitaplarında ya da internette aradığımızda bile karşımıza o mit çıkıyor. Çok ilginç geliyor okudukça. Öyle, sürükleyici bir roman gibi değil. Bir sonraki mit ne acaba diye heyecandan ölmüyorsunuz elbette. Fırsat buldukça ya da yapacak bir şeyiniz olmadığında elinize alıp, bir kaç sayfa okuyup, bir kaç sayfa şaşırıp, sonra da bir daha ki sefere kadar unutulabilecek çerezlik bir kitap. 'Çerezlik' dedimse, yanlış anlaşılmasın, çerez gibi eğlenceli yani :)

Ayrıca herkesin yanlış bildiği bir konuda doğruyu bilmek de oldukça ego tatmin edici olmalı. Düşünsenize, kimsenin fikri olmayan konularda müthiş bir genel kültür birikiminiz var. Bu bildiklerinizi satacak ortamlarda, entellektüel birikiminizle bir sürü hayran edinebilirsiniz...

Ha bir de, evdeki orta sehpaya koyup, sıkılan misafirlerinize güzel bir jest yapabilirsiniz.

Kitaptan bir kaç soru-cevaba -ki bunların açıklamaları gayet inandırıcıdır- kısaca değinmek gerekirse;

  • Dünyanın kaç uydusu var dersiniz.. En az yedi.
  • Telefonu kim icat etti? Antonio Meucci diye bir talihsiz..
  • İnsanın kaç duyusu vardır? En az dokuz.
  • Tayland'ın başkenti neresidir? Grung Tape (Şehrin resmi adının kabaca telaffuzuyla çok çok kısaltılmış halidir)
  • Amerika adını nereden almıştır? Amerigo Vespucci? O, Kuzey Amerika'ya hiç varamadı. Ama Galli bir tüccar olan Richard Ameryk bunu yaptı.



20 Ağustos 2011 Cumartesi

Dünyanın Merkezine Seyahat - Jules Verne

Çeviri: Mehveş Omay
Klasikler iyidir.

İzmir Kitap fuarında İthaki standındaki ucuzlukta rastladım bu kitaba. Bir sürü kitap arasında boğulmuş bir halde seçim yapmaya çalışırken, Jules Verne'nin eserlerini hiç okumadığımı fark ettim utanarak. Kitaplarından uyarlanmış bir çok film izlemiş olduğum halde, yazımı hakkında hiç bir fikrim yoktu. Aldım, okudum. Oldu.

Böyle bir hayal gücü ancak, 'soyut düşünme'yi yeni öğrenen bir insan yavrusunun, bu yeni oyuncakla oynamaya başlayıp, onunla ne yapacağını bilemeden, fantastik dünyalar yaratmasıyla gerçek olabilirdi sanırım.
Verne'in eşsizliği, bu oyuncakla ne yapacağını çok iyi biliyor olması elbette. Ayrıca hayalperest çocuklardan bir ordu dolaşıyor olmalı zihninde, bu ordunun başındaki komutan da bir bilim adamı tabi ki.

Bütün öğretilmişliklerden uzak bir dünyaya alıyor sizi bu kitap. Bunu yaparken bilimsel açıklamalar getiriyor, hatta benim gibi biraz da safsanız, inanmamanız için hiç bir sebep kalmıyor o dünyaya.. Dünya bildiğimiz dünya oysa.. Bildiğimiz gibi olmayansa o dünyanın altı..

Zeki, çekingen, maceradan haz etmeyen bir genç adam. Elbette bu genç adamın aşkı olan bir güzel kadın: Graüben. Zengin, maceraperest bir jeolog-maden bilimci amca. Dünyanın en soğuk kanlı rehberi Hans. Son olarak da şifreli bir not.
Ve dünyanın merkezine seyahat başlıyor. Seyahat başlarda pek sıkıcı geliyor, ne bulabilirler ki derinde? Düşünün bakalım, ne öğrettiler okulda bize, lavlara toslayıncaya kadar haşlanıp ölmeliler değil mi... Değil, gayet ikna edici yorumlarla sıcak evre aşılıyor ve bir dünya açılıyor tünelin sonunda. Ama ne dünya.. Çocukken, hepimizin böyle yere basmaz hayalleri oluyordur her halde. Dünya içinde dünya. Ve o dünyada, bırak ağaç yerleştirmeyi, içine bir deniz bile sığdırmış Verne. Canavarlar ve hatta insanlar..

Verne, o kafasındaki hayalperest ordu ve ordunun başındaki bilim adamı-kumandanla bir mucize yaratmış. Başkalarının uzaya ya da denizler altına dair (ki bu temalar da Verne'e pek uzak değil bildiğiniz üzere) hayal etmeye cesaret ettiklerini o bizim ayaklarımızın altına çizmiş. Dünyanın merkezine. Hepimize aynı derecede yakın, ve o derecede uzak..

Filmleri izlemek güzel tabi, lakin kitabı okurken o dünyanın bir parçası oluyorsunuz ya hani. O hayal dünya gerçek ya.. İşte bunu yaşamaya değer.

Bir de neye değer biliyor musunuz, onun öngörülerini onun dilinden dinlemeye değer. Öyle çok icada ilham olmuş ki Verne. Gerçi dünya O'na hak ettiği değeri lütfetmiş neyse ki, anlattığı aygıtları icat(!) edenler, O'nun yakıştırdığı isimleri vermese de, lugatlara o isimlerle geçmiş.

Boşuna 'Bilim Falcısı' dememişler zat-ı şahanelerine. Ve elbette 'Bilim kurgunun babası' denilmesi de boşuna değil...



16 Ağustos 2011 Salı

Körlük - Jose Saramago

Çeviri: Aykut Derman
Bu kitabı okuyalı uzun bir zaman oluyor aslında. Lakin, gerçekten etkilendiğim kitaplardan birisidir kendileri. 

Burada körlük, modern insanın, o içindeki gizli zindanda hapis tuttuğu malum vahşi hayvanı ortaya çıkartan bir tek dokunuş aslında. Hatta körlük, halihazırda yaşadığımız dünyayı betimliyor, ne zindanı. Biz böyleyiz, bunlar yaşandı, yaşanmakta ve yaşanacak da...

Bir adamın kör olmasıyla başlayan hikaye, onunla temas kuran herkesin körlüğüyle devam ediyor. Modern insan, sebebini bulamadığı bu salgının korkusuyla hareket ediyor ve şu 'insan hakları' söylemini rafa kaldırıp kör olan herkesi tecrit ediyor. Bu tecrit esnasında yaşananlar içler acısı, hayvanlar bile bizim kadar iğrençleşemez çünkü bizde vahşet akılla birleşiyor ne yazık ki.. 

Hani çoğumuz der ya, özümüze dönelim diye.. Kuralları, sistemi, nezaketi bir kenara bırakalım ve evrim öncesi halimize dönelim diye.. Biz insan-hayvan için artık çok geç diyor Saramago. Elimizden bir tek yetimiz alınıyor ve kaos başlıyor..

İlk iş, ötekileştirme başlıyor. Ötekiler ve berikiler kendi aralarında anlaşabilse ne ala.. O da olmuyor, biri diğerinden korkmaya başlıyor, güçlü olanlar etraflarına çakallarını toplayıp içgüdüsel bir çeteleşmeye gidiyor.. Bu çeteler zayıfları ezerken, zayıflar da kendi aralarındaki güçsüzleri seçip, onların sırtından kendilerini kurtarma telaşına düşüyor. Yani dünya bir akvaryum ve büyük balık, küçüğü göz göre göre çiğniyor lakin yutmadan tükürüyor. Tanıdık geldi mi size de?

Kadın ve erkeğe dair de çok şey anlatıyor kitap. Normal hayatta kadınlarını korumak için onlara eziyeti reva gören yağız delikanlılarımız, yemek kaynağı kötü adamların eline geçip de, satın almaya para ve değerli eşyaları yetmeyince düşünmeye başlıyor. Dövüşerek almaya güçlerinin yetmeyeceğinden eminler ve daha da beteri, kötü-körler kadın istiyor yemek karşılığında. Hadi bir düşünün bakalım, ne yapardınız bu durumda? Erkek olsanız ne yapardınız, kadın olsanız ne? Ben bilmiyorum, doğrusu öyle bir durumla karşılaşmadıkça da bilemeyeceğim. Kafalardan geçenleri duyar gibiyim aslında, yok canım ben kadınımı göndermem, gerekirse ölürüm diyor er kişilerimiz, kadınlar da ölürüm de gitmem diyor olmalı..

O iş öyle olmuyor işte. İyi-körlerimiz bir süre açlığa dayanmaya çalışıyor, sinirler bozuluyor. Dövüşelim diyenler oluyor, güçsüzlükleri ve aç kaldıkça güçsüzleşmeye devam ettikleri gerçeğiyle yüzleştirilip sindiriliyorlar. Kadınların cevabına bakmaya başlıyor iyi-körlerimiz. Hiç biri ‘yapın’ diyemiyor lakin, küçük Emrah bakışlarını dikiyorlar kadınlara.. Kadınlar, kendi seçimlerini yapıyor ve gidiyoruz diyorlar. Bir annenin çocuğu için yapacağı gibi, kendilerini feda ediyorlar. Bunların arasında birbirini ve hiç kimseyi tanımayanlar da var, eşler de.. 

İyi-zayıf-körlerin bulundukları karantina koğuşlarından her gün birkaç kadın birleşiyor ve kötülere gidiyor. Aklınıza gelmeyecek tecavüzler yaşanıyor. Gelirken de ancak yaşamalarına yetecek kadar yemekle dönüyorlar. Bütün yemek paylaşılıyor zavallılar arasında..

Bir gün bir kadın ölüyor tecavüz sırasında ve kadınlar artık isyana karar veriyor. Er kişilerse düzenin bozulmamasından yana kullanıyorlar oylarını. Ancak bir kadın (Daha önce söz etmeliydim, kocası kör olunca ‘ben de oldum’ diyerek kocasıyla karantinaya gidiyor ve gözleri hiç kapanmıyor bu kadının. Hikayenin kahramanı da bu hanımefendi oluyor. Hatta kocasının karantinada kendisini aldattığını gözleriyle görüyor da onu, aldattığı kadını ve koğuştaki diğer zavallıları yalnız bırakmıyor. Belki de bu insanüstü iyilik onu koruyor körlükten) kötü-körlerin liderini öldürüp intikam alıyor. Hatta bir yangın çıkartıp, karantina bölgesinden kaçmalarını sağlıyor.

Dışarı çıktıklarında, dünyayı ve insanları en aklı kıt hayvandan bile daha aciz bir sefalet içinde buluyorlar. Herkes kör artık ve güvenli hiç bir yer yok gibi. Kahramanımız ve saygıdeğer kocası, evlerinde misafir ediyor koğuş arkadaşlarını. Bir süre evlerinde refah içinde yaşıyorlar ve bir gün, o ilk kör olan adam görmeye başlıyor belirlenemeyen bir şekilde. Dünya yeniden ‘normal’e dönüyor…

Üzerine konuşulacak öyle çok şey var ki aslında..
Bu arada bu kitabın filmi de çıktı (geçtiğimiz yıldı sanırım). Afiş tam da kafamda canlandırdığım bir sahneye öyle oturmuştu ki.. Hemen izledim. Genelde kitaptan uyarlama filmleri beğenmeyiz ya, ben çok beğendim. Elbette atlanmış eksik gedik bir şeyler oluyor, o kadar kusur da olacak tabii. Lakin, Saramago ne anlattıysa, yönetmen çekmiş. Ya da hayal güçlerimiz birbirine çok yakınmış ki, sahneler kafamdakilerle neredeyse aynıydı..

Sözün özü, kitabı okuyun, düşünün. Unutmaya yüz tuttuğunuzda bir de film çakın üstüne. Mis.

14 Ağustos 2011 Pazar

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday

Bu kitabı, çok sevgili bir dostun 'Mutlaka okunmalı, ben bitmesin diye günde 20 sayfayla sınırladım kendimi.' yorumuyla duydum ilk.

Sözlüklerde aradığımda da, benzer ve hatta daha ötesi yorumlarla karşılaştım.

İlk iş, gidip bir kitapçıya 'O kitabı istiyorum.' dedim, yoktu. Bir diğer kitapçıya gittim, bu kez daha nazik; yok. Fazla abartmadan 'ne zaman gelir' muhabbetine girdim.
-Haftaya.
-Tamam.
Bekledim. Aldım. Hemen başlamadım. Önce biraz kendimi hazırladım.

Tek tamlamayla 'kara bir kitap' (bu tanımı sözlüklerden birinde gördüm, yakıştı vesselam) diyebiliriz.

 İki adam var. Biri Kinyas, diğeri Kayra. Bu adamlara bakınca, kötülüğün yetiştirilmeyle alakası yok diyor insan (bu eğitimci bakışımdı). Sonra kötülük insana dair diyor, irkilerek. Bu iki adamın okuyucular tarafından bu kadar sevilmesini anlamak istemiyorum.. Sanırım herkesin içindeki  'kötü adam'ı canlandırıyorlar.

Hiç bir sınırı olmayan, tamamen içgüdüsel bir hayat onlarınki. Bir ormanda yaşamak için yırtıcı bir hayvan ne yaparsa, onlar da modern dünya ormanında yaşayan yırtıcılar gibiler. Kitabı okudukça, bazen midem bile bulandı yaptıklarından.

Neyse düzenli anlatayım, madem başladım.
 Başlarda, yani kitabın ilk bölümünde (Kinyas, Kayra ve Hayat) bu iki adamın kim olduğu, kendi ağızlarından anlatılıyor. Her ikisinden de nefret etmek için bir sürü neden buluyor modern insan. (Hele de modern kadın.) Lakin yine de okudukça içselleştiriyorsun. Nasılını bilmiyorum, sanırım ehlileştirilmiş olmak, o içimizdeki vahşinin çok da hoşuna gitmemiş. Evrim bizi mutlu etmemiş belki de..

Neyse, sonraki iki bölüm Kayra ve Kinyas'ın yollarını anlatıyor. Ayrılıyorlar ve birisi o vazgeçtiği ehli insan-hayvanına dönüyor. Diğeri yok oluşu seçiyor.

İnsan-kadın olarak ben, her iki sondan da memnun olmadığımı belirtmek isterim. Modern-ehli-sosyal öğretilmişliğim, cezalarını çekmeleri gerektiğini söylüyor. O yaşanmışlığın cezası kaç ömürlük müebbet ya da kaç idam olurdu bilmiyorum ama...

Bu kitaptan bunu mu çıkarttım? Hayır, ama bunları da birileri söylemeliydi. Sözlüklerde yeterince olumlamışlar zaten kitabı. Bir de bana ihtiyaç yoktur sanırım. Ki ben sadece hikayede takıldım. Okunmalı bir kitap, herkes kendi dersini çıkartmalı. Hatta derse ne gerek..

Bu arada yazarın kendisini romana karakter olarak yerleştirmesi çok ilginç olmuş. Bildiğim kadarıyla yazarımız bu kitabı lise yıllarında yazmaya başlamış ve dört yılda bitirmiş. Yazar gelecekte olmak istediği adamı hayal etmiş, bu da aslında çocuksu bir egoyu çağrıştırdı bende. Hoş bir detaydı.

Belki bir kez daha okumalıyım bu kitabı. Şimdi hatırladıkça, tekrar dehşete düşmenin yanı sıra 'atladığım detaylar var mı, hatırlamadığım çok şey var galiba' diyorum.

Ha bir de duydum ki, birileri bu iki adamı şizofren bir tek adam olarak kurgulamış. Olsa yakışırdı ama olmadığına dair çok kanıt var kitapta. Hatta keşke olsaydı dedim şimdi.

Ya ben bu kitabı yermek için başlamıştım bu yazıya. Ne oldu şimdi?



13 Ağustos 2011 Cumartesi

Zahir - Paulo Coelho

Çeviri: Ayşegül Hatay
İşin doğrusu bu kitabı, D&R'da kazandığım 25 TL'lik hediye çekini keyifle harcarken aldım. İlk kez bir kitapçıya girip hiç para harcamadan ve üstelik 5 kitapla çıkabildim. Güvenlikte de hiç sorun çıkmadı :))

4 TL'lik kitapların bulunduğu sepette, tanıdığım ikinci yazardı Paulo Coelho. (İlki Heinrich Böll idi ve O'nu tanımama vesile olan kitap da; sevgilimin -daha sevgilim değilken-, kitaplığından seçip hediye ettiği 'Dokuz Buçukta Bilardo' isimli kitaptı.)
Gelelim kitapla ilgili düşündüklerime..
Sürükleyici bir kitap ve Simyacı'dan alışık olduğumuz üzere biraz mistik, biraz gerçek. Lakin her satırında ayakları yere basan bir mistisizim. Siz hayal ettiğiniz sürece gerçek, aksi takdirde de inkara dair bir sürü kanıt bulabilirsiniz..

Ana karakterimiz bir yazar. Zengin ve ünlü olanlarından.. İlhamını yitirdiği sırada bir kadın giriyor hayatına ve her şeyi değiştiriveriyor. Yazarımız ününe ün, parasına para katıyor lakin hayatını anlamlandıran kadından uzaklaşıyor günbegün. Kadın savaş muhabirliğine başlıyor bu arada, gidip gelmeler başlıyor ve bir gün gidip hiç gelmiyor. Kadının gidişiyle adam önceleri rahatladığını hissediyor fakat sonraları neyi kaybettiğinin farkına varmaya başlıyor. Fark ediyor ki, ilişkilerinde hep adam için yaşamışlar bunca zamanı ve adam kadının hayatından bi haber yaşıyormuş yıllardır. Terk edilişinden bir süre sonra bir genç çıkıveriyor ve adamın kurduğu geçmiş hayali yıkılıp gerçekler çıkıyor ortaya.

Buna göre gelen genç, seçilmiş bir insanlık ve sevgi savaşçısı, yazarın karısı da onu bulup ortaya çıkaran. Eğer gerçekçi bakmayı dilerseniz genç, halüsinasyonlarla yaşayan bir sara hastası ve yazarımızın karısı ona inanıp tüm hayatını değiştirecek kadar sadakatsiz..

Kadın, uzak bir ülkede her şeyden elini eteğini çekmiş bir hayatı seçiyor ve kocasının bir gün yokluğunu fark edip yanına gelmesini bekliyor. Yazarsa, bu tanıştığı genç adamdan hayata dair hiç bilmediği mistik şeyler öğrenmenisinin yanı sıra karısını aslında ne kadar az tanıdığını fark ediyor. Ve kadına Zahir diyor. Zahirini aramaya bu genç adamla çıkıyor ve bu yolculukta orta düzeyde bir mistisizm de onlara eşlik ediyor.

Kadını bulduğunda sanki yıllar geçmemiş de, hafta sonu ayrı düşmüşler gibi, konuşmaya bile gerek duymadan yan yana yürümeye devam ediyorlar, kadının hamileliğine rağmen.

Şimdi bakınca çok klasik bir hikaye gibi göründü gözüme. Lakin kullanılan dil akıcı, kadının kayboluşu gizem yaratıyor. Bu yüzden sürükleyici diyebileceğim roman. Fakaaat, "sana ne kattı?" derseniz eğer sanırım hiç.. İyilik, doğruluk falan filan gibi hepimizin bildiği hikayeyi başka bir ucundan tutup anlatmış bir roman daha işte. İçine biraz da son zamanların gözdesi, doğa üstü bir takım imalarda bulunulmuş ve okunabilir bir roman çıkmış ortaya. Sıcak yaz günlerinde eğlencelik bir roman.